26 Kasım 2016 Cumartesi

İnsan Nasıl Bir Pencere?




İnsan nasıl bir pencere? Ruhu nasıl bir pencere? Hangi okyanuslarda sağ kalıp hangi fırtınalar karşısında durup penceresini açabilir? Penceresini açmaktan ürkmemek, yürekli olmak, dostça paylaşmak iç dünyasını nasıl mümkündür? Bazen hiç mümkün değilmiş gibi gelir insana. Bazen pencere tuzla buz olur. Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar kitabını okuyalı yıllar oldu ama dün oyunu izledim Ankara'da. İnsanın kendini anlama çabası ancak bir başkasına gerçek anlamda açılarak mı mümkün? Gerçekten sevgiyi iliklerinizde hissettiğinizde bu hissi size yaşatan kişiyi allak bulak etme gücü sizi öldürebilir. İnsan ruhunun en karanlık kısımlarından birine dokundum sanki dün gece. O en karanlık kısım aynı zamanda aydınlıktı. Sevildiğini hissetmek bir insanın bu dünyada başına gelecek en mucizevi şey olduğu halde  ondan sürekli kaçınmaya çalışması kendisini zehirleyerek yaralamasıdır belki. Belki diyorum çünkü söz konusu olan insan ruhu...Acı içinde beklerken ve aslında ne beklediğini bile kendine açık açık söyleyememişsen beklediğin geldiğinde onu allak bullak etmek aslında bu hayata atılan bir kazık mıdır yoksa kendi ruhunu tuzla buz etme girişimi mi? Başka türlü düşünmek istiyorum. Başka türlü bir öykü yazmak istiyorum. İnsanın pencere olduğunda aslında kırılganlığına vurgu yaptığımı unutmak istiyorum. Yine de başaramıyorum bunu...

İnsan ruhunun pencere olması sadece kusurlu bir benzetme mi? Bir pencere düşünün ki içinde sayısız pencere saklı. Bir pencere hayal edin ki içinde dört mevsim var. İnsanın aşık olduğu halinden ayrılık haline ve ayrılık halinden ölüm haline ve ölüm halinden doğum haline sürekli bir geçiş söz konusu ise bu geçişlerin farkında olmak mı bütün mesele? Aşkın içinde ayrılık saklı ve ayrılığın içinde aşk saklı ise yaşadıklarımız kolay kolay sınıflandırılamıyor demektir. Bir cam parçasının yaprağa, güneşe dokunuşunu yazmak istiyorum. Felaketler de saklı olsa içinde insan aşkı ve aşkın içindeki bütün harap oluşları sevmişse ona unutmasını öğüt verenlere sadece gülüp geçer. Başkalarının alay etmesini umursamaz. Yakınlığın can yakıcılığını bilen ve seven bir insana kolay kolay merhaba ve hoşça kal diyemezsiniz. Merhaba dediğinizde ona nasıl geçtiğini bilemezsiniz, bilememenize rağmen konuşmayı sürdürmek istersiniz. Sizinle alay ediyor olsa da yakınlığın can yakıcılığını bilen ve seven bir insana cevap veremezsiniz. Cevap verdiğinizi düşünebilir, hayal edebilirsiniz sadece. Ah Dostoyevski... Sana cevap vermek için geberiyor olsam da ruhum tuzla buz olmuş durumda.

İnsan ruhunun her yaşantı karşısında bir cevabı var. Bazen o cevap pencerenin hafifçe açılması ve içeri dolan ses, koku, görüntü ve anılar değil mi? Bazen o cevap mücadele etmek değil mi? Bazen o cevap uzaklaşmak belki de. Aslında her uzaklaşmada yakınlığın can yakması yok mu? Yakınsın, o kadar yakınsın ki bir insanın ruhuna, daha yakın olmanın imkanı yok... Canın yanıyor ve ne kadar yanarsa o kadar iyi diyorsun. Yaşamak bu can yanmasını gidermek, azaltmak üzerine çabalamakla geçerse canına fazla değer vermiş olursun. Canın yanar ve sen canından çok o yanma halini seversen o zaman, o zaman sevmekten söz edebilirsin. 

Yasemin Şenyurt

Boşu Boşuna Aramak




“Ben işte böyle, bir iki insanla, bir iki hayvanı felaketten kurtarmak için nahiye müdürüyle ahbaplığı kararlaştırmıştım.”

(Sait Faik, Korentli Bir Hikaye)



Gözlerini kendi çıkarları kör etmiş ama görmeyi sürdüren insanların beyinlerinde dönme dolaplar, çizgi film kahramanları, topaçlar aramayın boşu boşuna.

Boşu boşuna ağaçlara sarılan, kuşlarla konuşan, delilerle iyi anlaşan insanların beyinlerinde alacak, verecek listesi aramayın.

Boşu boşuna aradığınızı da bilseniz aramayı sürdürmenizde belki de size iyi gelen bir şeyler vardır.

Geçenlerde küs kalmayı başarmış iki çocuğu dinledim. Boşu boşuna ikisinde de kabahat aradım.

Geçenlerde çiçekleriyle konuşan kadının gözlerinden tutup ayak bileklerine kadar süzdüm ve yalnızlık aradım. Boşu boşuna…

Geçenlerde simitçinin üstünde yoksulluk aradım boşu boşuna.

Bir kediyle göz göze geldik. Aramayı bıraktım. Kitabevine girdim, kedi peşimden girdi, kitabevinin sahibi gülümsedi. Bir kitap aramıyordum, bir ya da iki kitap satın almak niyetinde değildim, göz göze geldik yeniden kediyle. Kedinin adını aradım anılarımda. Kitabevine benden önce girmiş çocuk yüzümü dikkatle inceledi. Belli ki yüzümde yabancıyı arıyordu…

Yasemin Şenyurt


25 Kasım 2016 Cuma

Tante Rosa yarım kalmamalı




Yorganıma saklandım
Bacaklarım dermansız
Gözlerim kekeme
Yarım saat uyusam yetecekti
Titredi durdu kalbim

Tante Rosa’yı yarım bırakmamalı

Sevmek diyorsun
Bırakıyorsun ellerini gökyüzüne
Uçurtma gibi

Sevmek diyorsun
Tutuyorsun kendi ellerini
Kenetliyorsun sesine

Tante Rosa’yı yarım bırakmamalı

Titredi durdu kalbim
Pek hırçın
Az kırmızı

Sevmek diyorsun
Özgürlük geçiyor içimizden

Sen heceledin
Ben öyle anladım hayatı
Geçmiyordu gelecek zaman
Geçmiyordu derin ve mavi zaman
Ben öyle sevdim hayatı
Sen anlatınca

Bir okuma bahçesinde
Tante Rosa yarım kaldı

Bir cümle kurana kadar çıkan zamana canım dedin ya
Canım dedin ya
Titredi kalbim

Tante Rosa yarım kalmamalı

Bu cümleler bir yere varmıyor canım
Sen durma hayat
Bizi bahçeye at
Bizi denize at
Bizi sokaklara bırak
Çaya limon olsak da olur
Trafik lambasında turuncu dursak da
Sen durma hayat
Kitapların arasındaki çiçeklere kat bizi

Aldat dur be tanrım
O anlatsın
O hecelesin
Sevgi desin
Der demez teneffüs zili
Der demez sarılmak
Der demez titresin kalp

Sana kızmam tanrım
Cehenneminde yanmam
Cennetinde duramam
O anlatmazsa ben kaçarım buralardan

Bana kızabilirsin tanrım
Haklısın
Tante Rosa yarım bırakılmamalı

Yasemin Senyurt
2016





Yolcu Olamadım





“Gittim bir ağaç altına oturdum. Balıkçı küreğinin şıpırtısını duymaya başlamıştım. Arada bir sazın sesi de geliyordu. Sırtımı verdiğim ağaç da kımıldamaya başlamıştı.”

(Sait Faik, Türk Ülkesi)



Öyle bir yolculuk hayal ettim ki gözümden yaşlar gelerek uyudum. Sabah olduğunda içimde ağaçlar kımıldadı durdu. İnsana dünyayı dar eden yasaklar mıydı yoksa insanın kendini hapsetmesi miydi bilemiyordum o an. İnsana hesap yapmayı sevdiren şeyleri ayıklamak gerekiyordu zihinden, kalpten ve bu bazen kafadaki bitten kurtulmak kadar zordu. Yer yer başımı bütün gürültüden ayırıp denize sokarmışçasına gelen serinliğe şükran duyuyordum.

Bir tren yolcusunun kitabı, çakmağı, sigarası olmayı hayal ediyordum. Bir tren yolcusunun fotoğraf makinesi oluyordum ara ara. Eşya özler mi hiç diyorlardı ya onlara bir şiir okumak istiyordum ama acele ediyorlardı ve şiiri dinlemiyorlardı. Tren yolcusunun pek küçük ve bir o kadar şirin olan ayracı olup sözcüklere başımı sürüyordum. Tren yolcusunun anahtarlığı yere düşürmesiyle çıkan ses de oluyordum ara ara. Bir türlü tren yolcusunun kendisi olamıyordum ama olsun…

Şu benim huysuz hallerime en çok katlanan annem yine dönüyor evine. Her hücresinde şefkat, anlayış, iyilik olan annem yine dönüyor evine. Ben bir yolcu olsaydım da yanına otursaydım, ne güzelsiniz diyebilseydim…

Bir yolcu olamadım ama sabah oldu. Ağaçlar kımıldadı, hesaplar durdu, türküler söylendi, insanlar koşuşturdu, bir çocuk ağladı, bir çocuk takla attı, kımıldadı mavi. Yer yer başımı saran bütün hayattan ayırıp onunla kalıyordum ya çocukça, delice kımıldardı şiirler. Yer yer başımı saran hastalığa öyle meydan okurdum ki şaşıp kalırdı sevdiklerim. Bazen de o hastalık etrafımı sarar, sarar, daraltırdı içimi ama olsun…

Düşman kesilirdim en sevdiklerime, dikenler sarardı her yanımı, acıtırdım sözlerimle, davranışlarımla ama ben böyle olsun istemezdim. Baştan ayağa barış olmayı düşlerdim, anlayış, sevgi, iyilik, güven olmayı dilerdim. Sabah oldu ve ben yolcu olamadım ama olsun. Ne olurdu bir sigaranın külü olsaydım da kendim olmasaydım dediğim nice an yaşattım kendime ama olsun.  Şu benim yüreği sıcak mı sıcak annem ,bakma sen bana… Yaşamının her anını tadına vara vara yaşa, yaşa ki ben şükredeyim…


Yasemin Şenyurt

21 Kasım 2016 Pazartesi

yaşam neden örülür





“ Şimdi  kimse evinin bir köşesine, onun elinin sürülüp de güzelleştiğini hatırlamıyor. Bırakın hatırlamayı, kimse onun eliyle bir duvarın güzelleştiğini, bir harcın sağlamlaştığını, bir kirecin rengini zor attığını fark etmemişti ki.”

Sait Faik (Barba Antimos)



Yaşam neden örülür? Hangi malzemeden örülür ve niçin örülür? Sevgi örmemişse gözlerimi bir sabah, o gün  güzel şeyler görmemin imkanı olmaz. Sevgi örmemişse ellerimi her dokunuşum eğreti, her şiir yazılmamış kalır.
Al gözlerimi, bunlar benim değil, benim gözlerim sıcak olmalı diye fısıldadım belirsizliğe.
Belirsizliğin belirsizlik olduğu her halinden belliydi. Hiç ses çıkarmadı. Yaşamı ören şeyi düşünmeye daldım. Birbirini neredeyse ezip geçecek insanlar bazen nasıl da birbirlerine kenetlenirdi ve bu kenetlenme sırasında nasıl güzelleşirdi yaşadıklarımız. Adımızı, yaşımızı bilmeden ve kimliklerimizi bir yana bırakıp  okuduğumuz kitaplara daldığımız yolculuklar yaşardık… Ne yemek pişirdiğimizin, nasıl bir işte çalıştığımızın hiç önemi olmadan izlediğimiz filmlerde etkilendiğimiz sahnelerin aynı olması buluştururdu bizi. Kenetlenirdik ve geleceğe göz kırpardık.
Sevgi örüyor ellerimi şimdi. Bu öyküyü kağıt gemilerle Sait Faik’e göndereceğim. Onun öyküleri benim bencilliğimi silip süpürüyor ve bizi düşündürüyor çünkü.
Yaşam niçin örülür sorusunun cevabı onun her cümlesinde var. 
Yaşamı, ağacı, kalbi bir yerinden sökmeye çalışanlar  karşılarında yaşarken ölmüş insanlar görmek istiyorlardı ama biz kenetlendik Gezi’de. Gezi’nin yaşandığı günlerde dilimiz şiirdi.
Kağıttan gemiler yapıyorum irili, ufaklı ve onlara ad veriyorum. Öykümü de saklıyorum gemilere…
Yasemin Şenyurt

16 Kasım 2016 Çarşamba

Günahı Özledim



Fotoğraf: Yasemin Şenyurt



Bütün ipuçları kalbimde
Günahı özledim
Mayısa gidiyorum
Adım serseri olsun
Sana söyledim
Bana acı vermiyor yazmamak

Anlayan gözlerinde sitem yok ya
Bu bence inanılmaz

Banyo yapmalıyım artık
Bütün gücümü toplayıp
Havalı bir kazak giyip
O parfümü sıkarak
Güzel bir imza atabilirim

Ev ilk defa inanılmaz geliyor
Sabah kendine özgü
Su ısıtan
Ekmek ısıtan ve her neyse

Diyorum ki
Devinen her neyse
Diyorum ki
Özleyen benim
Fırçalar yok
Boyalar kurumak üzere

Biraz yanında kalsam

Biraz

Resim yapma dedi tanrı
Günahı özledim
Ellerime sıktım boyaları
Mayısa gidiyorum

Biraz yanında kalsam
Yalansız ve günahkar
Yalansız ve gülümseyerek
Deniz koksam

Her an bunu hayal ettim
Hayal etme dedi tanrı
Ona ellerimi açtım
Beni anlayabilirsin

Aklımı kaybedebilirdim
Anlam bulamasaydım
Banyoya gidip
Suya çevirip saçlarımı
Omuzlarımdan akıp
Diz kapaklarımda durarak
Dünyaya gülümserim
Yeniden iyi olup
Kahvaltı ederim

Reçel ve kızaran ekmek hediyem

Yanında kalıyorum
Biraz
Çok
Çok çok
Hayal ve gerçek
Ayırma
Ayırma dedi biri
Ne ben ne sen ne tanrı
Devam ettim gülmeye
Öperek uyandım rüyamı

Yasemin Senyurt

Bir Göz Nasıl Buzlanırsa Öyle...


Buz gibi gün

Kollarında karga dövmesi
Tesadüf bu
Saatini kırarak
Yapboza bakıyor

Buz gibi
Saat üç
Eski bir ruj ile
Dudaklarına acı veriyor

Gizli sayfaları var ruhunun

Buz gibi gün
Huylu huyundan vazgeçmiyor
Sanki duymuyor
Sanki görmeyecek
Oku diyor karga

Ters ters yürüyor
Kimseyi umursamadan
Çenesindeki benden öpülesi
Küfrün bini bin para
Buz gibi gün
Saatini kırarak
Yuvarlanıyor uçuruma

Sylvia Plath okumalı

Hayal ettiklerine bakınca
Fırlatıyor kahkahasını
Dünyada kalmak için inat etmek de neyin nesi

Ne kadar ve neden soruları gereksizdi

Buz gibi gün
Bir adım daha attım
Ne sızı ne sancı ne acı
Çalım attım be

Fırlatıyor ya kahkahasını
Duyan kaçıyor
Yatırılmalı akıl hastanesine diyorlar
Canınız cehenneme
Buz gibidir
Diken gibidir
Heyyyyyy diye bakıyor
Canınız cehenneme gülümsemesi bu

Tenimdeki bu kavgayı
Dile döken olursa yakarım çırasını diyor

Buzlanıyor gözleri

Bir göz nasıl buzlanırsa öyle

Yasemin Senyurt

15 Kasım 2016 Salı

"Vedalaşmaların İlmini Yaptım Ben"



Sözcük çırağıyım ben. Sözcük çırağı olarak okuyordum ve düşünüyordum ki Mandelştam’ın bu kitabının adı ile yeni bir hayata adım attım. Yeni hayatımda da sözcük çırağıyım. Bir zamanlar bir yerlerde yaşayan çocukluğumla futbol oynamaya çalıştığım bu akşam kaleci rolündeyim. Bir rolüm var ve bu rolü seviyorum. Bu rolü oynarken çocukluğumu da izleme şansı yakaladım ya daha ne isteyebilirim bilmiyorum.

“kederi külrengi bir kuş gibi
 Yavaşça taşıyorum kalbimde”
Mandelştam

Düşlerimi korumaya çalışıyorum. Düşlerimi kendi gerçeğimden korumakta da ustalaştım. Uzak diye bir kafe keşfettim geçenlerde. Orada Uzak diye bir deftere yazılar yazıyorum. Uzak defterime bir çay bardağı çizdim. Şekilsiz, yamru yumru bir bardağın üzerinde çay lekeleri ve çay lekelerinde de umut var. Çay lekelerindeki umudu olur ya bir gün göremezsem diye üzüldüm. Sözcük çırağıyım.
Uzak kafede saçlarını at kuyruğu toplamış bir genç kadına bakarken düşlerimi daha iyi koruduğumu düşündüm. Orta yaşlı, gamzeleri olan bu genç kadını kendime benzetemediğimden ve aslında hiç kimseye benzetmediğimden ona Uzak dedim. Düşlerim zangır zangır titredi ve o an bu titremenin kaynağına indim. Ne üşüme ne korku…

Yakınlık hissi insanı ve düşlerini titretirse Uzak belki de uzak değildir.

Sözcük çırağıyım.

“niçin durdu musiki?
Niçin indi bu sessizlik?”
Mandelştam

Mandelştam yazmış. Uzak ve yakın hakkında düşünürken ağır ağır kalktım sandalyemden. Bunu size hediye etmek istiyorum dedim Uzak’a. Bu dediğim en sevdiğim düşümdü. O bana ve ellerime baktı, sessiz kaldı.

“zayıf yıldızların yumuşaklığını hissedebilmem
Benim hatam mı acaba?”
Mandelştam yazmış.

Sözcük çırağı olarak onu okumanın beni büyüttüğünü, adam/kadın/çocuk ettiğini düşünüyorum.
Yasemin Şenyurt

"İçimi bir keder yaladı"


“Bir martı, bir nisan akşamında sırtüstü uzanmış, hala ölmeye çalışıyordu. İçimi bir keder yaladı. Yanından ayrılamıyordum.”
Sait Faik



Sivriada Geceleri öyküsünü okuyordum. Sokaktan akordeon sesi geliyordu. İçimdeki sessizliğe yanıt olsun diye geliyordu sesler.  Lacivert hırkamın içinde iki büklüm olmuş vaziyette denizi altın olarak düşündüğüm yıllara gidiyorum. O yıllarda denize her adımımı atışım şölen…
Boş bir kağıt görünce dayanamayıp yazmak da o yıllardan kalma alışkanlık. İnsanları tanıma, anlama kavgasının ve her türlü didinmenin unutturamadığı bir alışkanlık. Tükenmez kalemin düğüm anında tükenmesinin bile bir anlamı olduğuna inandığım bir bayram sabahı aşık olduğumu hayal ediyorum. Bir bayram sabahında kahvaltı hazırlamaya yardım ederken masadaki tabağımın yanında not defterim var.

Aşık olduğumu ve ayaklarımın yerden kesildiğini hayal etmek için çırpınıyorum ama başaramıyorum. Annem aşık olmuş olmalı babama. Akordeon sesi yıllar öncesinden mi geliyor yoksa ben hayal mi ediyorum bilemeden lacivert hırkamı çıkarıyorum. O aşık olduğumu hayal ettiğim bayram günü anneme babamla nasıl tanıştıklarını soruyorum. Annem az ve öz bir şekilde anlatıyor. Hayretler içinde kalarak dinliyorum onların öyküsünü.

O az ve öz anlatımın içinde yasemin kokusu var.

İçimdeki sessizliğe yanıt olsun diye yasemin kokulu bir mum aldım ve geceleri bütün ışıkları söndürüyorum onun aleviyle konuşmak için. Annemle babam boşanmasın diye yıllarca türlü türlü numara yaptıktan sonra Nisan ayında onlar boşanıyor. Lacivert hırkamı o yıllarda örmüştü annem.  Ara ara bana takılır annem ve babamla kardeşim de birlik olup benimle dalga geçerler. Hayretler içinde kalarak yaşadıklarımıza bakıyorum bambaşka bir gözle.

Benimle dalga geçmelerine bayılıyorum aslında. Babam “çıtayı yükseltmelisin” der ciddi olduğunda. Annem, “kendi değerini bilmiyorsun” der. Kardeşim, “ayakların yere basmıyor” der. Ciddi olduklarında da dalga geçtiklerinde de yasemin kokusu duyarım.


Yasemin kokusu duyduğum bir günde arkadaşım çok güzel bir defter hediye etti ve o deftere hayran oldum. Her sayfasının kenarında bir kayık var. Bu defterin adı Şölen olsun dedim. Deftere aşık olduğumu yazdım. Defter dile gelecek diye ödüm patladı ve sırt çantamda taşıyamaz oldum. Arkadaşıma bunu anlatınca güldü ve “sen iyi değilsin” dedi. Lacivert hırkam sırt çantamdaydı, sırt çantamı açtım, hırkayı çıkardım ve “sen üşüyorsun” diyerek kendisine uzattım. “Yok, sahiden iyi değilsin” dedi muzip muzip. Az ve öz  olanları anlatmayı bırakıp ballandıra ballandıra sessiz kaldım. 

6 Kasım 2016 Pazar

Biraz İnatçı Olmalıydı İnsan

Kelebek olmuştum
Nara çevirmiştim gözlerimi
Dişlerim kremadandı
Biraz üzgündüm
Üzgün bir kelebeği güldürmemelisin demişlerdi sana
Sen kafa tutup onlara güldürdün beni


Gözlerimin içine kadar güneş oldum
Ağzım deniz
Dişlerim yosun
Gözleri güneş olana yaklaşmamalısın demişlerdi
Sen yaklaştın inadına

Mucize böyle bir şeydi
Biraz inatçı olmalıydı insan

İkimiz için bir okuma bayramı hazırlığına giriştim
Öyle bir hazırlıkta sakın bulunma diye uyardılar
Dinlemedim
Eğer onları dinleseydik
Mucize alay ederdi bizimle
Gerçekleşmek bir yana

Yasemin Şenyurt

Yaşamanın Bir Yolunu Bulmak



“Martılarınız bizimkiler gibi midir? Yoksa daha mı ufaktır. Sizin tarafın balıkçıları da martılara, denizde boğulmuşların ilk önce gözlerini yedikleri için ifrit olurlar mı? Hiç zeytinliklerde yaz günü öpüştün mü?”
Sait Faik (Dondurmacının Çırağı öyküsü)


“Seni bu merak öldürecek” der annem. Ölürsem bir yolunu bulur, yine de merak ederdim. Anneme bu konuda açılmadım. Şu günlerde duygu ve düşüncelerimi öykülerime saklıyorum. Bugün hava oldukça kasvetli. Evde duramadım, vücuduma sığamadım, yeni aldığım kitaba başlayamadım. Sofra hazır değil… Tepsiye bir kase çorba koyup salona geldim. Kapıyı saat sekizde apartman görevlisi çalacak ve iyi akşamlar dilerken, çöp poşetini uzatacağım. Mandalina almıştım geçen gün, kabuklarını soyarken bakarsın neşelenirim. Bakarsın kedim gelir burnumu yalar. Bakarsın bir güzel öykü okurum. Bisikleti hızla sürer gibi, saçlarım rüzgara kapılmış gibi, dilimin ucuna gelen sözcükler gibi neşelenirim. Elim öyle şiddetli titrer ki gel de anla ilaç yan etkisi mi kasvet mi, heyecan mı neden olur. Ölürsem bir yolunu bulur, yine heyecanlanırdım. Ölürsem ve bir yolunu bulamazsam yazmanın diye aklımdan geçti, kasvet pekişti, yaz dedim kendime. Daha çok yaz, daha anlamlı, daha canlı, daha sıcak yaz. Öyle aksın ki sözcüklerin, başını kaşıyacak zaman bulamaz ol, onlara yetişme telaşı öldürsün seni. Sıkıntı değil!  


Yasemin Şenyurt

4 Kasım 2016 Cuma

Buz Mavisi Yanılgı

Tişörtümle üşüdüm
Üşürken önce burnum yandı
Kulaklarım tuhaf kaskatı
Ellerimin yeri ceplerim değildi
Ellerimin yeri ceplerim sanıyordum
Yanılgı işte
Buz mavisi bir yanılgı

Bir kibrite anlatılamazdı bir şarkının nasıl üstümü örttüğü ama
buz mavisi yanılgılar için bir şehir yeni baştan düşünülebilirdi

Aç olup olmadığın umrunda olmadan
Yürümek
Başından bilerek o şiiri ezberleyemeceğini
Gönüllü olmak unutmaya
Bu kadar çok şey anlatmamalıydım ama
buz mavisi yanılgılar böyle işte

Bakışlarımın düğümünü çözen şey
Gözyaşı değildir bu defa

Ne bunlar
Benim ellerim mi
Ne kadar beyaz
Ne kadar çizik çizik
Sanki ellerim değil de
Değil işte bu defa

Bu defa kendi dilimi konuşmamayı öğrendim

Ellerimin yeri yok
Bir parmağımdan öbür parmağıma geçen şeye ne derler bilmiyorum ama 
Yabancılara gidiyorum
Bu şiiri okuyun diye
En çok onlar anlıyor buz mavisinin ne olduğunu
Köşe bucak kaçtığım yabancılar
Ürktüğüm serseriler
Yargıladığım suçlular
anlıyor beni

Size ters ters bakılmamışsa hiç
Üşümemiş olabilirsiniz

Hatıra defterim var ama hatıralarım başka bir şeye dönüşüyor diyorum
İşte bunun için şarkılar üstümü örter benim diyorum
Ben demiyorum
Bu defa onlar diyor ama siz onların benim olduğumu düşünüp karar veriyorsunuz
Kim burada kim oluyor
Siz mi onlarsınız
Bana hiç öyle gelmiyor
Siz onlarsız ne kadar yabancısınız
Kim buradaki?

Anlıyorlar bu şiiri
Yakalanmak gibi değil bu defa
Anlaşılmak gibi

Yasemin Şenyurt 

Belli mi Olur




“Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.”
Sait Faik (Son Kuşlar)

Geçen yıllarda gökyüzüne merdiveni dayadım. Olacak iş değil bu demelerine aldırmadım. Olanı biteni o şekilden şekle giren bulutlara anlatacaktım. Bulutlara, kuşlara, yıldızlara, aya, güneşe şikayet edecektim kendimi, arkadaşlarımı, yabancıları. Gökyüzüne merdiveni dayamak isterken iki üç defa kahkaha havuzuna düştüm, bu beni yıldırmadı, kalktım, bir tuhaf ağrıyla yeniden denedim. Şikayet edecektim, kararlıydım. Belki şikayet ederken bir leylek anlamadığım bir dilde ama anlayışlı biçimde bana aklındakini söyleyecekti. Belki de şikayet etmenin anlamsızlığını benden daha iyi bilen tay biçimindeki bulut bana bir sır verecekti. Yok etmek için değil, yardım, sır, öneri almak için orada olduğumu bilemezlerdi. Alnımda zararsız olduğum yazmıyordu. Gökyüzünde ne kadar bulut varsa bir araya gelip beni belli mi olur kuyusuna attılar. Oradan çıkmaya uğraşırken beni görenler ellerini uzatmadı. Anladım ki biz birbirimize ve içinde yaşadığımız gezegene acı veriyoruz. Oradan çıkmak için uğraşmayı bıraktım. Belli mi olur kuyusunda yaşadım yıllarca…


Yasemin Şenyurt