31 Ağustos 2016 Çarşamba

Anılar Kitaplığı


Fatoş Umman Canborgil'e,

Öyle güzel anlatıyordu ki yavru fille karşılaşmasını… İşin aslı o ne zaman bir anısını anlatsa ben ona hayran kalıyordum. Kıvrak bir zekanın cümlelerinin içinden geçe geçe hayattan tat alma yetimi geliştiriyordum onu dinlerken. Ayrıntıların güzelliği, bakışın farklılığı, derinliğin sadeliği ile karşılaşıyor ve bu karşılaşmaları çok ama çok seviyordum. Hocam bir daha anlatır mısınız diye soruyordum ve o da beni kırmıyordu.

Bu cümle böyle mi kurulur, bir anı bu kadar efil efil mi olur, bu hayat böyle mi okunur diye hayretler içinde kalıyordum. İçinde kaldığım hayret ve hayranlık aslında kulağıma küpe oluyordu. Demek ki yaşam sevincini abartacaksın diyordum. Demek ki kızarmış ekmek kokusu ile bir öykü başlayabilir. Demek ki pencereyi açmanın bile bir şiiri olabilir.

Sihirli dokunuşlarla insan kendisine ve sevdiklerine şifa verebilir. Sözcükleri ustaca kullanarak insan bir başka insanı yaşanmaya değer şeyler olduğuna ikna edebilir. Sözcükleri ustaca kullanabilmek ise ustaca yaşamaya bağlı bir şey…

Tıkandığım, kıvrandığım anlarda yavru fil ile karşılaştığınız anı hatırlıyorum ve önce çekine çekine gülmeye başlıyorum. “Bu burada dursun” diyorum yaşadığım sıkıntı için. Cepte, anladım, yaşadım der gibi bu burada dursun. Gelsin yeni anlamlar, yeni deneyimler ve gelsin başımızı döndüren, ayaklarımızı yerden kesen karşılaşmalar.

Neşeli bir şekilde dans ederken görmedim onu ama hayal edebiliyorum.

Dilin şiire döndüğü an diyebilirim onun konuşması için. Etrafındaki her eşya, dokunduğu her biçim dans ediyor sanki.

Bir daha anlatır mısınız hocam? Şu geçen gün mama verdiğiniz kedinin bakışlarını ya da helikopter anısını? Anıların adı olurmuş, sizden öğrendim. Sizin anlattıklarınızı içimde inşa ettiğim bir kitaplığa yerleştirirken “ yavru fil anısı”nı apayrı tutuyorum. Kitaplığın en üst rafında tek başına duruyor ve keyfi yerinde. Onu diğerlerinden ayırdım çünkü o acil durumda ulaşmam gereken en sevdiğim anınız.

Bir daha okur musunuz hocam? Telaffuzda zorlanıyorum. Sizden duya duya dilim döner belki hayata.

30 Ağustos 2016 Salı

Seni Gidi Soğan Yemeği



Saç tellerinde duyduğu sızının bir adı, kokusu, rengi olsaydı keşke. O anda sızıyı kaldırıp yerine bir taç takabilseydi, başını ağrıtmadan. Mümkün değildi. Sızı yerleştikçe saç tellerine sevdiği bir şiir geliyordu dilinin ucuna. Dudaklarını kanatırcasına susuyor, susuyor ve şiire haksızlık etmediği için kendi başını okşuyordu. Kendine duyduğu şefkatin sızıya engel olması beklenemezdi. Sızı sürüyor, geçiştirilemiyor. Sadece onu düşündüğü zaman sızı anlamlı bir sızı oluyor.

Bu akşam yaptığımız yemeğin adı neydi diye soruyor yeğenine. Yeğeni ona cevap yetiştirirken birden yeğeninin dediğine dikkat kesiliyor. Seni Gidi Soğan yemeği diyor ve bunu söylerken o kadar ciddi ki gel de ona bu yemeğin adını söyle…

Yeğeni ile birlikte yemek yapmak eğlenceli olmasına eğlenceli ve  sohbet keyifli olduğu halde  sızı var.  Onun olmadığını söylerse kendisini kandırıyor demektir. Bazen sızıya çıkışma isteği duyuyor, ona haddini bildirmek için hazırlanıyor ama bu çabaları boşa gidiyor. En güzeli yeğenini dinleyerek yere uzanmak ve hayal kurmak. Yere uzanıp hayal kurabilirsek iyi olur.

Yere uzandılar, dört kez “güç bende artık” dediler ve hayal kurmaya başladılar. Evdeki iki kedi üstlerinde dolaşmaya başlayınca gülüştüler, çığlık attılar, birbirlerine baktılar.

Aslında anlamlı bir sızım var cümlesini kuracak gibi oldu yeğenine ama onun yerine seni gidi seni dedi ve birlikte güldüler. Bir gün birlikte dertleşirlerdi nasıl olsa. Şimdi onunla çocuk olma zamanı diye hatırlattı kendisine. Yeğeni “ne düşünüyorsun hala?” dediğinde kaymaklı, çikolatalı ve limonlu bir dondurmaya ne dersin dedi.


Yeğeni zıplamaya başladı. Bu onlar için sokağa çıkma zamanına işaret ediyordu.

Sokakta “ halaaaaa” diye seslendi çocuk.

Dalıp gitmişti yine sızıya. Yeğenini duydu. “Babam seni bana emanet etti. Biraz dikkatli ol. Kırmızı yanıyor şimdi, geçemeyiz” dedi.

Yasemin Şenyurt

30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun




29 Ağustos 2016 Pazartesi

Telaşe Müdürünün Dileği



Kıvamına gelmişti gece. Yalnızlığın üzerine şiir sürüyordum. Anıların içini açarak içimi ısıtıyordum. Diğer pencerelerden gelen ışıklar yavaş yavaş sönerken huysuz bir çocuk gibi tutturuyordum: O ana beni ışınla Tanrım!
Meşgul de olsam, başım kalabalık da olsa, ağrım sızım da olsa  yüzüm güleç, inadım inattır. Yüzüm güleç, dikkatim dağınık, biraz da sakarım. Yine de direksiyonu bana verdi hayat baba. Kaza yapabilirsin ama ölmek yok demesinin üzerinden seneler geçti.
Kıvamına gelmişti gece. Dilediğim tek şey vardı. Sokaktan geçen araba sesleri azalırken masum bir çocuktum ve tutturuyordum: O ana beni ışınla Tanrım!
Telaşe müdürü derler bana. Yaza yaza sildiğim kötü huylarım var. Yaza yaza dönüştürdüğüm sessizlik var. Yaza yaza denediğim cümlelerin bana sitemi var. Telaşe müdürü demekte haksız da sayılmazlar. Ne derlerse desinler sevildiğimi de hissettirirler.  Yaza yaza o telaşe müdürlüğünden istifa etmek isterim.
Kıvamına gelmişti gece. Tanrının o an “bir, iki, üç” diye saydığını duyuyordum. Onunla anı saklambacı oynayacağımızı biliyordum. İtiraz ettim. O gece oyun oynamak istemiyordum. Tanrı böyle itirazlara alışkın değildi. Biraz ısrar etti oyun konusunda. Ben inadım inat, yüzüm güleç tutturdum: Beni o ana ışınla Tanrım!
Yasemin Şenyurt

Sigara Paketindeki Not




Sisli bir sabahtır. Ayaklarımı görerek uyandım. İçimde müthiş bir istek vardı. O filmi kaçırmamalıydım. Rüyamı hatırlamıyordum. Gözlerimde durmadan beliren yaşı silmekten vazgeçmiştim. Kendime sütlü kahve hazırlamaktan vazgeçmiştim. Ne sabahtı!
Masa örtüsünün püsküllerine, duvarın beyazlığına, koltuk kenarında duran hırkaya dalıp gidiyorum. Giderek dalgınlığıma alışıyorum. Giderek daralıyor sabah. Kedimi tanıyamıyorum. Dün gece üzerimde uyuyan kedim gitmiş de  başka bir kedi gelmiş sanki. Ona benzeyen ama bir taraftan da onunla uzaktan yakından ilgisi olmayan mırıltı yumağı gelmiş. O filmi kaçırıyordum.

Billur uyanmıştır şimdi. Geriniyordur. Bileğindeki gökkuşağı dövmesine bakıyor olabilir. Biraz hayran kendisine. Biraz da düşman. Billur şimdi kahvaltı etmek için şarkı dinliyordur. Tualin karşısında durup düşünceli bir martı yüzünde karar kılar ve fırçalarla konuşur.
Billur uyanmıştır. Geriniyordur.
Sisli sabahı evirip çeviriyordum ki yere düşürdüm ve kırdım elimdeki tabağı. İçinden zeytinler, peynir ve yazılmamış bir not düştü yere. Kendime yazmadığım o notu Billur görmüştür. Birbirimizin hayatını zehir ettiğimiz de olur şölene çevirdiğimiz de. Billur anlamıştır, duymuştur. Martıları ikimiz de çok severiz.
Filme gitmeyiz. Film kaçmıştır. Film gibi anlatır Billur. Ona ne yaptın diye soramam. Yine de o sormak isteğimi duymuştur.
Sabahın köründe masa örtüsünün lekeleri şiir yazma isteğimi kamaştırır, kurcalar, kışkırtır.
Kedim değişmiş derim. Billur inanmaz.
Sabahla alay ederiz. Filmi kaçırmış olmamla alay ederim. Alay ettikçe şiir durur orta yerimde, yangına körükle gider. Billur’a bakakalırım. Onun elleri ile barışmış, ellerine karışmış fırçaların renklere değerek düşünceli bir martıya dönüşmesini izlerim. Hayat bu işte…

Billur uyanmıştır. Geriniyordur. Billur gözümde beliren yaşı silmekten vazgeçişimi bilmiştir. Pek çok şeyi ben söylemeden bilmiştir. Martıları çok sevmemizle de alay ederiz biz.
Takvim Kasım ayına işaret etmektedir. Ankara’da Aşağı Ayrancı’da sisli bir sabah yaşanmaktadır. Radyonun, gazetenin, dükkanların hele dükkanların açılası yoktur. Pazar gününe benzeyen sıkıntılı bir Pazartesidir. Sigara pakedinin üzerinde Billur’un düştüğü not vardır: “Lirik Suçlar’ı yaz.”
Yasemin Şenyurt

28 Ağustos 2016 Pazar

-5-

Burkula burkula
Doğru dürüst ağlayamaz oldum

Yasemin Şenyurt

-4-

bütün sorulara iyi cevabı yakışıyordu
kasvetli iyi, havalı iyi, sessiz iyi
iyiden kaçarken
anlama tutulmuştum

Yasemin Şenyurt

-3-

damarlarıma bakıp
kahkaha atarak
neşeli olmanın imkansızlığı üzerine düşünüldü

yasemin şenyurt

-2-


cızırdıyordu pikap
yüreğimi çize çize

yasemin Şenyurt

-1-

uykumu dindiren sağanakta bul beni.
yasemin şenyurt

25 Ağustos 2016 Perşembe

Mızıkça




Oyun içinde oyun. Belli bir süre sadece ilk oyunun farkındasın. İçinde saklı bulunan diğer oyunları görebilmen için yetişkin olman gerekiyor. Bir süre sonra bütün mızıkçılığınla oyunu bırakabilirsin. O zaman sana mızıkçı derler. Eğer onları umursamazsan arkandan konuşur, olur olmaz şeyler söylerler.
İçimde kocaman bir kağıt gemi inşa ediyorum ve onunla şiir ülkesine doğru açılıyorum. Oyunların içinde saklı bulunan oyunların kurallarından yorgun düşmüş olmalıyım ki ilk başta zihnim alışamıyor içinde bulunduğu ortama. Kağıt gemi bütün fırtınalara göğüs gerebilecek kadar güçlü…

İlk önce oyun gibi geliyor bu yolculuk. Yavaş yavaş hayatın acımasızlıkları sırtımdan vuruyor, olur olmaz şeylere takılıyor, sinirleniyor ve bazen küplere biniyorum. Yine de kararlıyım. Şiir ülkesine doğru emin adımlarla ilerliyorum.

Çevrilen dolaplara, bütün aldatmalara, yalan yanlış anlaşılmalara bakıyorum. Oyunun içinde duran oyunların aslında hiç de öyle karmaşık, derin bir tarafı yok.  
Uzun sayılabilecek bir süre yalnızlıktan hoşnut yaşıyorum. Adım mızıkça…

Mızıkçılığı sürdürürsem bana hep böyle sesleneceklerini söylüyorlar. Çok hoşuma gidiyor. Adım mızıkça!

Elimi uzatıp tutunmaya çalıştığım gökyüzü kasvetine de, ayaklarımı uzatıp dinlenmeye çalıştığım çimenlere de, hoşnut bir biçimde daldığım uykulara da, söylerken sözlerini unuttuğum şarkılara da katıla katıla gülüyorum. Katıla katıla güldükçe huzursuzlaşıyor etrafımdaki ciddi insanlar.
Oyunun içinde oyun, dolabın içinde dolap, kişinin içinde kişi var. Ben katıla katıla güldükçe adımı kulaklarımı sağır edecek bir biçimde çağırıyorlar: Mızıkça!

Gözlerimden süzülen belli belirsiz yaşı yakama saklayıp, yakamı cebime sıkıştırıp teneffüse çıkıyorum.

Bir arkadaşım anlıyor beni. Onunla hiç kimselerin bilmediği bir köşede oturup konuştukça kağıt gemimden bahsediyorum. Heyecanlanıyor arkadaşım. Sana mızıkça diyorlar ama ben sana dostum demek istiyorum diyor. Dost muyuz diye soruyor, sesim titriyor o an. Sadece sesim mi? Sessizliğim de titriyor. 

Sana bir şey söyleyeceğim diyerek susuyor arkadaşım. Ben beklerken onun dizinde uyuyakalıyorum. Üstümü örtmüş… Eli başımın üzerinde duruyor, ürkek. Yankılanıyor onun sesi, ben sana dostum diyeceğim be Mızıkça...

Yasemin Şenyurt 

23 Ağustos 2016 Salı

Hayat Teyze



Akgün Akova’nın şiir kitabını okurken kalbim dediğim yer düğüm olup çıkmıştı. Gözlerim cehennem, kollarım ve ayaklarım uyuşmuş, içim üşümüş bir biçimde kahve hazırladım kendime. Resim yapmak için sabırsızlandığım günler geride kalmıştı. Fotoğraf makinesini bir çekmecede unuttuğumdan beri sigara üstüne sigara içiyor ve karanlık mı karanlık rüyalar görüyordum. Işığa ihtiyacım olduğunu anlamak ağır geliyordu…

Bariz bir biçimde yaşadığımı hissetmek istemiyordum. Açılmayan telefonlar, unutulmuş fotoğraflar, ertelenen telefon görüşmeleri sonunda yapayalnız kalmıştım. Akgün Akova’nın şiir kitabını alalı yıllar olmuştu, kitaplığıma koymuştum ve bir gece onu elime aldım. “Yalnızca Kanatlarına Güven” şiiri ile bir yaralı melekle gözümün yaşına bakmadan konuşmaya başladım.
O yaralı meleğe yaşadıklarımı kronolojik olarak anlatmak istemedim. Ağzı var dili yok gibiydi meleğin. Çenesinin düşmesine sebep olan benim. O kadar yalnızdım ki o yaralı meleğin yarasına bakmaktan kaçınıyordum. Ancak mürekkep yalamışların anlayabileceği varoluş çaresizliği içinde o yaranın benimle konuşursa daha kötüleşeceğini düşündüm.

Kıyamet gibi duran defterler, kitaplar ortasında kendimi harabe gibi hissederek yaşamaya alışmıştım… Evin duvarlarındaki Çığlık resminin içinden geliyordu yanıma yaralı melek. Önceleri ona ne sigara uzatıyordum ne de halini soruyordum.
Kızgınlığının içindeki meraklı bakışları beni uysallaştırdı günden güne. İki ya da üç gün gelmezse dert ediyordum kendime. Bir kedi penceremi yurt bildi o günlerde. İki ya da üç defa onu uzaklaştırmak istedim. Onu uzaklaştırmak için türlü yollar denedim.  Adı yoktu ve çok zayıftı. Yaralı melekle onun hakkında konuşmak için can atarken kediye mama almak için çok sıcak bir Salı günü dışarı çıktım. Attığım adımlar, tuhaf bakışlarım ve üstümdeki fosforlu yeşil tişört, dağınık saçlarımla markete gidene kadar içimden bunun doğru bir adım olup olmadığını tarttım ve oraya gidince orta yere çöküp ağlamak istedim. Bir kadının içinden şarkı mırıldandığını ve genç bir adamın da içinden tartıştığını duyabiliyordum. Böyle olmasına imkan yoktu, kimse hem de hiç kimse iç sesleri duyamaz diyordum. Yaralı melek beni burada da takip ediyor mu diye düşünce akışımı başka yöne çevirsem de başarılı olamadım.
İç sesleri duyabiliyor olmak kafamın içini gürültülü bir yer yapmıştı. Halbuki benim gürültüm yeter de artardı bir ömür bana. Kafamı reyonun sivri köşesine çarpmasam niye orada olduğumu unutabilirdim. Unutmadım…Mamayı alıp kasaya yönelmek için hızlı hızlı ilerledim. Mama ellerimin arasında o kadar ağırlaştı ki…Kasiyer kadın “başka bir şey var mı?” diye sorduğunda yok demek istedim ama sadece başımı salladım. Hayır anlamında salladığım başım, yere basmakla basmamak arasında kararsız kalan ayaklarım kadardım, fazla değil. Yüksek sesle fazla değil demiş olmalıyım ki kasiyer kadın “bir şey mi dediniz” dedi. “Yine bir Gülnihal” dedim. Çattık ki ne çattık bakışlarını üzerimde hissetmemle teşekkür etmem bir oldu. Poşetteki mamaya baktıkça içimdeki saydam cisimler bir bir kırılıyor ve çıkan sesleri bastırmak için “aldı bu gönlümü” diye şarkıya devam ediyordum.
Dışarıda akıllı insanların koşuşturduğunu bilmek bir zamanlar tuhaf bir güvenlik hissi yaratırdı ve ben de dışarı çıkıp o güvenli ortamda soluk almaya çalışırdım. Şimdiki kadar olmasa da o zamanlarda da zorlanırdım.  Sıcak bir Salı gününde kendimi nereye doğru sürüklediğimi bile bile gülümsüyordum.

Yasemin Şenyurt

21 Ağustos 2016 Pazar

Yüzümün Diğer Yarısı



Ben en zorlu geçen kışlara, ayaza, soğuğa dayanabiliyorum. Bu dayanma gücünün temelinde sevildiğimi hissetmem var. Elbette kendimle barışmış olmam ve herkesin bir öyküsü olduğuna inanıyor olmam da var. İçimi karla kaplasa da kış içimde umut ve inanç olduğu sürece bir defterim ve bir kalemim hep olacak. İliklerime kadar üşüsem de umutlu bir şiir yazabilirim. Harıl harıl çalışırken içimden ıslık çalarak geçer çocuklar. Aylak aylak otururken çocuklar bir kedinin başını okşar. Bir çiçek açar sürekli, kokusu baş döndürür ve ben o kokuda dururum. Yaptıklarımı yapmayı durdururum. Bir odaya koşarım soluk soluğa ve “yine o koku” derim…

Bir bardak demli çaya şeker atmam ama bilirim ki o çay bir davettir. Isınmaya, ısındıkça paylaşmaya, paylaştıkça sevinmeye, çoğalmaya.

Sevinilecek şeyler azaldıkça, gülüşler kısalıp, acılar uzadıkça kış daha çetin geçer. Yüzümün yarısı ayaz olsa da yüzümün diğer yarısı bahardır, umuttur, şiirdir.

Elbette kayıp düşebilir, grip olabilir, halsiz kalabilir ve yazmak istemeyebilirim uzun gecelerde. Sürekli gördüğüm o rüyada sen bazen ıslık çalan o çocuksun. Koşarak yanına gelirim. Geldiğim o ilk anlarda ve kaldığım sürede ve tam gideceğim sırada mevsim ilkbahardır. Yüzümde duyarım güneşi…
Çiçeğe durmuş ağaç olurum, kendini yenileyen toprak olurum, yağmur olurum.


Yasemin Şenyurt

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Denize Anlattım



öyle işte
ne iyi ne kötü
ne uysal ne hırçın
denize anlattım rüyamı
ayaklan dedi

bir söz verdim kendime
tutamadım
yenildim yine
denize anlattım olanları
yenil dedi

kara bulutlar dolaşıyordu
dağıtmak bizim işimiz dedi deniz
biz neler atlattık diye güldü

nasıl sevilmez yeryüzü
saçlarıma dokundum uysal
devam dedim
devam Yasemin

deniz duymuş
kendimle böyle konuştuğumu
ıslık çalmış mutlu mutlu

Yasemin Şenyurt

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Çıkmaz Cennet


Sadece hayal gücünün değiştirip biçimlendirdiği bir hafızanın koyu rengini açmak istedim bugün. Bunun için Edip Cansever’in şiirlerini okudum. Yalnız mı kalabalık mı olduğunu bilemediğim bir zaman diliminde iştahla gökyüzüne baktım ve o ıslığı, tanıdık ve giz dolu o ıslığı çaldım. Islık çalmak içimde bir sahne kuruyordu. O sahnede tek kişi miydim bilinmez ama çoğul olmayı tercih ederdim. İki kişi çoğul olabilir. İki kişi yalnızlığı dizlerinde uyutabilir. İki kişi bir geceye, bir arabaya, bir dünyaya sığamayabilir. İki kişi dünyaya sığamazsa kendi çıkmazını yaratabilir. Yarattıkları o çıkmaz kendilerine cennet gibi gelebilir. Gelemez diyenler olur ve olacak. Çıkmazdan cennet mi olurmuş hiç diyenler ve arkasını dönüp kıs kıs yürüyenler olur, olacak. Aldırmadan onlara çıkmazdan cennet yaratanlar bilirler ki “cennet muhallebiden duvarlar demek değildir.” Bilirler işte… Ölümün içine teğellenen yaşamı üstlerine alırlar ve üşümez onlar.
Denizin griye çaldığı bir akşamüstünde bileğimi inceliyordum. Bileğimi incelemek yüreğimi kavramak gibi gelmişti o sırada. Defalarca öğrenemediğim bir yabancı dil gibiydi hava…
Bir sigara aranıp durdum. Belki unutulmuş belki de bile isteye bırakılmış bir sigaranın yakıldığı an kadar durdum gölgemle. Gölgeme şakalar yaptıkça onun surat astığını anlamak işimi zorlaştırıyordu ama gözlerime bir avuç umut serpmişti en sevdiğim.
Şiirden şiire doğru geçerken ve bazen sıçrarken eşyalarımın kayıp bürosunda olduğunu düşünüyordum. Eşyalarım dedikçe gölgem kahkaha atıyordu ve bu kahkahanın dozu artıyordu her an. Dergilerim, kitaplarım ve kasetlerim benim için değerliydi ama yanımda değillerdi çünkü sadece sırt çantamı taşıyabilirdim. Biraz midye yedim, karnımı doyuracak kadar değil.
Sırtımdaki çantama çocukluğumda severek giydiğim tişört dışında pek de bir şey koyamamıştım. Yüreğim pır, pır, pır ettikçe, böyle sayılabilir bir şey olmadığını anladım bu yürek pırıldamasının. Benimle yürürken ne düşündüğünü hiç anlatmamıştın. Kendime tükenmez ama tüketen sorular sorduğum ve belki bir duanın huzur veren yanı ile kafamı denize koyup ya da denizi kafama koyup uyumak istediğim bir akşamda bana anlatmak istedin.  
Gülümsediğini gördükçe içimde kayısı ısıran çocuklar gülerek ve çığlık atarak koşuşturdular…
Kaçla kaçı çarparsak uzayın derinliklerinde bir şarkı söyler bu çocuklar?
Yoksa unutsak mı dört işlemi ve unutmak adında bir kirpimiz mi olsa?
Bilmiyorum diyordum sana ve tam o anda dudağını ısırdığını gördüm, bütün yolculuğumu başlatan şey o anda saklı.
Unutma diyordum sana. Umutla unutma diyordum. Yürek pırıldaması, içimdeki karanlığı gıdıklıyordu adeta ve ben şu anda da bir şarkının elimden tutup beni denize götürmesini bekliyorum. Beklemek de buruk bir gıdıklanma değil mi? Değil, değil…
Üşümez ki yaşama teğellenen ama yine de bir otobüs durağına saklanabilir şemsiyesi yoksa. Şemsiyesi yoksa şiirli, kapşonlu bir giyeceği vardır muhakkak.
Muhakkak ellerimde senin izin var.
 “Ne çıkar bizi anlamasalar da” diyorduk. Biraz duraksayarak, biraz dalarak çilek kokuyorduk. Biraz yorulsak adımız dalgın oluyordu. Biraz darılsak utangaç kokuyorduk…
Biz bir denize sarılırdık bir de düşlerimize… Varsın çıkmazdan cennetimiz anlaşılmaz kalsın!
                                                        Yasemin Şenyurt










12 Ağustos 2016 Cuma

Birlikte Yaratma Olarak Özgürlüğün Mekanı: Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı




" Ne olursa olsun psikoz, bedensel sistemin biyokimyasıyla ilgilidir. Ama hastanın psikozuyla ne yaptığı, tamamen insan kişiliğine bağlıdır. Onu etkileyen psikoz biyokimyasaldır ama buna nasıl tepki vereceği, nasıl tavır alacağı, kişisel bir yaratımdır, kendi acılarını şekillendirdiği bir insan eseridir. Bu, onun bu acıya anlam verme tarzıdır. Bir psikozun kendi içinde anlamlı olmamasına rağmen, hastanın bu konuda yaptıklarıyla (bundan aldığı iç gücü koruyarak ve sürdürerek) anlam kazanabilir."

Viktor E. Frankl

Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamı 5 Haziran 2009 tarihinde Ankara’da Doç. Dr. Haldun Soygür’ün çalışmaları sonucunda açıldı. “Karış karış yaşama” ilkesi ile yola çıkan Mavi At Kafe, şizofreni tedavisi gören bireylerin çalışmaları ve üretken olmaları için hem bu hastalığı yaşayanlara bir davet hem de topluma önemli ve anlamlı bir merhaba demekti.
Mavi At aslında özgürlüğü simgelemektedir. Yedi yıldır Mavi At Kafe’de “birlikte yaratma olarak” özgürlük hayata geçirilmektedir. Bu yazıda Mavi At’ta özgürlük deneyimi tartışılmaya çalışılacaktır. Bu çalışma sırasında Svetlana Boym’un Başka Bir Özgürlük eseri bizim özgürlüğü tanımamızda ve tartışmamızda rehber olacaktır. Boym, çalışmasında özgürlüğün diğer deneyimlerden farkını şöyle ortaya koymaktadır: “Bugün bile, mutluluk, aidiyet, şan ve şöhret, yakınlık gibi arzulanan başka varoluş hallerine kıyasla farklı bir durumu vardır özgürlüğün.” (Boym, 2016, s. 18) Bu farklı durum yabancılaşma unsuru ile ilgilidir. Şizofreni tanısı almış bireylerin dışlama ve damgalama nedeni ile yabancılaşma yaşadıkları açıktır. Thornicroft’un ifade ettiği gibi, “Ruhsal hastalığı olan insanların bazı deneyimleri o kadar travmatiktir ki, daha önceleri hayatlarında çok önemli yer kaplayan bazı şeyleri yapmaktan tamamen vazgeçme ihtiyacı hissederler. Örneğin, bazı insanlar, iş başvurusu yapmaktan veya yeni bir ilişki kurmayı denemekten vazgeçerler. Bu, daha önceki bu türden karşılaşmaların, özellikle, acı verici, üzücü, utandırıcı veya aşağılayıcı olduğunu göstermektedir.” (Thornicroft,2014, s.175)
Özgürlüğün birlik ve beraberlikten ziyade yabancılaşma unsuruna ihtiyaç duyduğunu belirten Boym’a sorular yöneltebiliriz ancak burada aklımızda tutmamız gereken yabancılaşma unsurunun özgürleşme için tek başına yeterli olmayacağıdır. Kendisini toplumdan dışlanmış olarak gören bir bireyin kurabileceği olası ilişkilerden uzak durması aslında onun özgür olmasının önünde duran bir engeldir. Her birey için önemli olan anlamlı ilişkiler kurma cesareti ve bu ilişkilerin içinde özgürlüğü deneyimleyebilmesidir. Soygür’ün de belirttiği gibi, “Şizofreni bir beyin hastalığıdır. Doğru. Ama şizofreni aynı zamanda bir insanlık halidir. Şizofreniyi bir insanlık hali olarak algılamamak, tanı ve tedavi sürecini ‘insan insana’ bir yaklaşımla ele almamak, şizofreninin tanı ve tedavisini çok zor bir süreç durumuna sokar. Olanaksızlaştırır. Her şey zaman ve emek ister. Şizofreni hastasının iç dünyasını anlamak da…Öyleyse,  seçeceğimiz yol açıktır. Şizofreni hastası ile birlikte yürümek…” (Soygür, 2010, s. 15) Özgürlüğü mümkün bir deneyim olarak gören Boym, bu deneyimin bir tiyatro gösterisine benzediğini ifade etmektedir. (Boym, 2016) Boym’a göre özgürlük deneyiminin mümkün olmasının iki koşulu vardır. Bunlardan biri insanın sonluluğu ve bir diğeri ise sınırların gözetilmesidir. Yazar burada bizi sınır kavramı üzerinde düşünmeye davet eder ve şöyle sorar: “Ama sınırı nasıl kavramalıyız? Bir engel olarak mı yoksa bir temas bölgesi olarak mı ?” (Boym, 2016, s.22)
Her bireyin potansiyelini gerçekleştirmesi çok önemli ve değerli bir süreçtir. Söz konusu olan birey, şizofreni tedavisi görüyor ve atak dönemlerinde gerçeklikle ilişkisi değişiyor ve bu dönemi atlattığında da yaşadığı zorluklar bazen kendisinden bazen de içinde bulunduğu toplumdan kaynaklı olarak devam ediyorsa bu bireyin potansiyelini gerçekleştirmesi için yapılan çalışmalar çok değerlidir.
Bir birey gerçekleri ve hayal dünyasını birbirine zaman zaman karıştırıyorsa özgürlüğü nasıl deneyimleyebilir sorusu üzerinde duralım. Boym, özgürlük deneyiminin ne içsel ne de dışsal olduğunu dolayısıyla üçüncü bir şey olduğunu söylerken ben de gerçekler ve hayaller arasında gidip gelen bir zihne işaret edilip edilmediğini sormak ve böyle bir zihne işaret edilmemiş olsa dahi, hayal gücü açısından bakıldığında; şizofreni tanısı almış bireyin diğer bireylere kıyasla özgürlük deneyimine daha yakın olduğunu düşünüyorum.
Boym, Albert Camus’nun zeka tanımına değinir ve şöyle düşünür: “Buradaki anlamıyla ‘zeka’, ‘bilgeliğe’ daha yakın bir şeyi kasteder; sınırları zorlayan ama ortak güven alanını, ya da Arendt’in ‘dünyaya gösterilen özen’ dediği şeyi tahrip etmeyen, hayal gücü ile canlı deneyim, düşünme ile eylem arasındaki  dolambaçlı ama dürüst yolu ifade eder.” (Boym, 2016, s. 24) Mavi At Kafe’de çalışan bir birey hem kendisine hem de dünyaya özen gösterir. Bu ortam sayesinde gerçekliğe inanır ve aynı zamanda hayal gücünün sonuna kadar gitmeyi durdurabilir. Bu durumda ise iç gerçeklikle olduğu kadar dış gerçeklikle de karşılaşma cesareti kazanır ve anlamlı ilişkiler kurar. İç gerçekliğe ve dış gerçekliğe farklı sorular sorabilmesi sayesinde de Boym’un “üçüncü bir şey” diye tanımladığı özgürlüğü deneyimler.
Eğer özgürlük, Boym’un dile getirdiği gibi, bir açmazın içinde düşünmek ve bir engeli bir maceraya dönüştürmek hali ise Mavi At Kafe’de yaratılanlar ve yaşanılanlar özgürlüğe işaret etmektedir.
                                                                                           Yasemin Şenyurt

Kaynakça

Boym, S. (2016). Başka Bir Özgürlük. İstanbul: Metis Yayınları.
Soygür, H. (2010). Uykusuz Çocuklar: Şizofreni Yazıları. İstanbul: Okuyanus Yayın.
Thornicroft, G. (2014). Toplumun Reddettiği Ruhsal Hastalığı Olan İnsanlara Karşı Ayrımcılık . Ankara: Şizofreni Dernekleri Federasyonu.

9 Ağustos 2016 Salı

Umay ve Arya için




Kulağıma kiraz takıp yeğenlerimi güldürürken ben de çok eğleniyordum. Bütün işim gücüm onları güldürmek olunca geride kalan her şey fasa fiso oluyordu ve ben bu durumdan hoşnuttum. Ağzımı ve burnumu bir palyaço edasıyla oynattığımda onların kahkahalarıyla kendimden geçiyordum. Hala birlikte saklambaç oynayalım mı sorusunu sevdiğim kadar başka bir soruyu sevmediğimi onların yanından ayrılınca anlıyorum. İki kız kardeşin halası olmak çok farklı bir duygu…
Birbirimizi güldürdüğümüz kadar kızdırabiliyoruz da ama kızgınlığımı geçiren bir şey var. O şeyin ne olduğunu biliyorum. Adeta beni pamuk şekere dönüştüren bir şey var onların bakışlarında, gülüşlerinde. Adeta beni elimden tutup bir masala götürüyorlar. Şarkı söylediklerinde, dans ettiklerinde onların neşesi sayesinde vitamin almışçasına hareket ediyor ve sakin düşünebiliyorum.
Dünyanın en özel duygularını yaşadım onlar sayesinde. Bebek kokularını, huzurlu tebessümlerini, ilk sözcüklerini öyle sevdim öyle sevdim ki her an yanlarında olmayı diledim. Her an yanlarında olmaktan çok daha değerli olanı kalplerini kazanmaktı.  Şimdi kalplerinde olmayı başardığımı düşünüp mutlu oluyorum.
Onların özlemi çok başka…

Belli oluyor değil mi?