Ankara kasvetli bir şehir
mi? Hiç sanmıyorum. Ankara’da deniz yok mu? İç denizlerimizi çoğaltan denizin
kendisidir Ankara. Bu nedenle Andeniz…
1997 yılının soğuk mu
soğuk bir sabahında Ankara’ya alışmaya çalışırken Ankara’nın deniz olduğunu
bilmiyordum. O senelerde çift katlı belediye otobüslerinde bir deftere notlar
alırken hiç geçmeyeceğini düşündüğüm acının eşliğinde arada sırada da başımı
cama yaslıyordum. Sarı yağmurluğum, çocuksu çantam, uçuk pembe rujumla
kitabevlerinde başımı döndüren kitap kokusunun tadını çıkarıyordum. Kitapların
arasında olmanın ve kendime bir kitap almanın getirdiği mutluluk ne sinemada ne
bir kafede ne de Kuğulu Park’ta mevcuttu.
İnsan kasvetli bir şehir
mi? Hayır!
Yüzüm asık oluyor bazen.
Günlerdir şiir okumadığım için herhalde diyorum. İçimde bir şey var, tam
anlatamadığım, belki de günlük hayata uyum sağlama çabasının getirdiği sıkıntı.
Zorunlu derslerden, seçmeli derslerden, hayat derslerinden kurtulup salıncağa
biniyorum. Çocuk muyum, genç mi yoksa yetişkin olmak için didinen biri mi? Her
gün gazete alıp köşe yazarlarını okumak istiyorum ama çabalamıyorum. Gazete
çantada, masada, odada bir yerde unutuluyor. Haberleri takip etmek istedikçe
bozguna uğruyorum. Olan biten kötülükleri bilmeliyim, haberim olmalı düşüncesi
öyle ağır basıyor ki haberlerden habersiz olduğum için suçluluk duyuyorum.
Kötülüklere karşı koyabilmek için onları tanımalı insan. Karşı koyma isteğine
rağmen kötülüklere tahammülüm her geçen gün azalıyor. Haberlerden habersiz
olmakta buluyorum çareyi. Çare mi gerçekten, bilmiyorum. Tarih bilmek
istiyorum, Türkiye’nin siyasi tarihini okumak ve gündemdeki bir konu hakkında
tarihle ilişki kurarak yorum yapmak istiyorum. Bu istediklerimi yapamadığım
için, buna benzer çabalarda hep başarısız olduğum için kendimden utanıyorum.
İnsanım ve biliyorum ki
bir insanın yapabilecekleri olduğu kadar yapamayacakları da vardır. Her şey
dört dörtlük olsun ve her istediğim gerçek olsun dileği sadece dilek olarak
kalır. Sınırlarımızı görmeliyiz ki yapabileceklerimizi daha güzel ve daha doğru
yapabilelim. Anladım ki dünyada ve Türkiye’de olanları anlamaya, kavramaya
gücüm yetmiyor. Gücümün yetemediği şeyleri anladığımda şiire, öyküye,
denemelere daldım. Denize dalar gibi…
Ankara’da sinemaya,
tiyatroya, operaya gitmeye başladım. Üniversitede dersler, ders çıkışı bahçede
muhabbet, Sıhhiye’den Kızılay’a yürüyüşler ve soluğu kitabevlerinde aldığım
saatlerde karşılaştığım Oruç Aruoba kitapları.
Oruç Aruoba kitaplarının
içinde kendimi buluşum. Kendimi bulduğumu hissettiğim bir yazarın kitaplarından
ayrılmanın zor gelmesi ve derslere yönelik ilgisizliğim sonucunda üniversitenin
ikinci senesinde daha çok çalışmam gerekliliği…
Dünyada olup bitenlerden
habersiz ya da çok az haberdar bir biçimde aşka ve şiire yönelen yüzümde,
gövdemde, ruhumda sancılar duyuşum, sancıları anlamlandıramayışım ve yaşamın
kötü, hırpalayıcı, düşmanca olduğunu düşünüşüm…
Yüzümdeki gülümsemenin
yapay olmaması için bir şey yapmam gerektiğini biliyorum ama bunun ne olduğunu
bilmiyorum o senelerde. Gerçekle içten bir bağ nasıl kurulur, korkunca hep
kaçmak zorunda mıyız, yaşam neden yorucu ve bir o kadar da güzeldir sorularına
da cevap bulabilmiş değildim. İçim içime sığmadığında veya başımı derde
soktuğumda şarkılar yetişiyordu imdadıma. Geçmişe doğru çekildiğim, karamsar olduğum,
çığlık çığlığa bulunduğum yerden kaçmak istediğim zamanlarda mantıklı
davranamıyordum.
İnsan kasvetinden
kurtulabilirse içindeki güneşli hüzün yüzünü gösterir ve kişinin yaşamını
ısıtır. Şen şakrak olmak, olumlu değerlendirmeler yapmak, iyimser olmak insanın
sağlığına ister istemez fayda ediyor. Hüzün ise derinliği ve yaratıcılığı
besliyor. Belirsizliklerle karşı karşıya geldiğimizde paniğe kapılıyoruz ve bu
panik esnasında en temelde ölümlü olduğumuzu görüyoruz. Ölümlü olduğum gerçeği
ile farklı zamanlarda farklı biçimlerde yüzleştim. Bu gerçek ister istemez
insanı üzüyor ama üzüntüyü hüzne dönüştürdüğümüzde en güzel yaşam şiirini ya da
ölümün değeri ile ilgili en anlamlı öyküyü yazabilmemizi sağlıyor.
Duyguların birbirine dönüşmesi insanın yaşamında
gökkuşağı etkisi yaratabilir. Bir duygudan diğerine ani, keskin geçişlerden
daha çok anlatmak istediğim şey; bir rengin bir tonundan diğerine geçişteki
gibi dönüşümler. Başıma gelebilecek en güzel şey ne olabilir diye düşündüğüm
zamanlarda çocukluğumdan bu yana aklıma hep yazar olmak geldi. Rengin bir
tonundan diğerine geçer gibi bir sözcüğün anlamından başka bir sözcüğe dokunmak
beni hep büyüledi. Andeniz’e geldiğimde öykü yazmayı bilmiyordum. Andeniz’de
öykü yazmayı öğrendim. Edip Cansever’in şiirlerini ilk kez Andeniz’de okudum.
Akrilik boya ile çok sevdiğim resimleri ilk kez Andeniz’de yaptım.
Dünyanın bin türlü hali var derlerdi de inanmazdım.
Tedbiri elden bırakmamak lazım anlamında söylenen bu söze yine de çok
güvenmiyorum ve çoğu zaman bu söz doğrultusunda kararlar vermiyorum. Risk
almayı, içimden aktığı gibi yazmayı, yaşamayı, yüzmeyi seviyorum. Eğer içimden
geldiği gibi yaşayamaz ve yazamazsam özgürlüğümü kaybettiğimi hissediyorum.
Korkularıma bakıyorum ve bazen haklı olduğumu görüyorum, korkuyorum ama
abartmıyorum. Sürekli tedbir alma isteğinin sağlıklı olduğunu düşünmüyorum.
Dünyanın bin türlü halini sevebilmek için çok şiir okumak
gerekiyor. Öfkemiz haklı olduğunda bile öfkeden çılgına dönmemek için bazı
şiirleri özümsemiş olmak gerekiyor ve inceliğimizi hünerle sürdürmek bize
düşüyor. İnsanca olan her şeyin içinde hatanın, kusurun yeri olduğunu bilmek ve
bu bilginin hakkını vermek gerekiyor.
Bazen haklı olmanın ya da haksız olmanın hiç önemli
olmadığı anlar vardır. Böyle anların olabileceğini de 1997 senesinde
bilmiyordum. İnsan yaşadığı deneyimler sonucunda edindikleri ile geçmişe
baktığında geçmişteki yargılarına, yanılgılarına “ne kadar tuhaf” diyebiliyor.
Tuhaf olan şey aslında hayata bakışımızdaki değişimdir. Tuhaf ve değerli olan
bu bakış açısı değişimi sayesinde “kötü” dediğimiz bir hastalığın, başıma hiç
gelmemiş olsaydı dediğimiz bir olayın ne kadar önemli, anlamlı, değerli olduğunu
anlarız. “Yersiz” gözüken bir şeyin “yerli yerinde” olduğunu fark etmemiz için
belki de geleceğe ihtiyacımız vardır.
İnsanın şizofreni tanısı almış olması “ölümden beter bir
durum” mu? Asla! Şizofreni tanısı aldığım ve tedavi olduğum için ve tedavi sürecinde
öğrendiklerim için hep iyi ki dediğimi söylersem beni yadırgayabilir veya
anlamakta zorluk çekebilirsiniz. Başlangıçta bir “ruhsal hastalığa” sahip
olduğumu, bütün yaşamımın karardığını, yapmak istediklerimden elimi eteğimi
çekmem gerektiğini düşünmüştüm. Böyle düşündüğüm için de günlüğüme 2000 yılında
“Yasından emin bir Yasemin” var yazmıştım. Sene 2019 ve geçenlerde söylediğim şu sözün hakkını vermem gerekiyor: Kendinden emin bir Yasemin var Andeniz'de!