22 Ekim 2019 Salı

Hadi Gülelim Frekansı



İnsanın hem en güzel, hem de en çirkin eğilimleri verili ve biyolojik bir insan yapısının parçası değil, insanı yaratan sosyal sürecin ürünüdürler. Bir başka deyişle, toplumun bastırıcı işlevinin yanısıra  bir de yaratıcı işlevi vardır.

E. Fromm


Bitmek bilmeyen bir merdiven hayal edelim. Niye hayal ediyoruz diye sorarsanız vazgeçeriz belki bu hayalden. Sormazsanız bitmek bilmeyen merdivenin basamaklarına bakarız, rengine, dokusuna…Vazgeçelim bu hayalden dersiniz, ben de açıkçası sevmedim bu hayali derim. Bambaşka bir hayal kurarız.

Açılmayan bir kitap hayal edelim. Merak ederiz ve açılsın diye uğraşırız değil mi? Neden açılmadığını düşünür dururuz belki de. Ah şu kitaplar, açılsa bir dert açılmasa başka derttir, değil mi? Kitabın kokusu, yazarının adı, kitabın kapağındaki fotoğraf ve size hediye eden kişi bir araya gelirler ve bazen dört beş defa okumak isteğiyle dolup taşarsınız. Siz istekle dolup taştıkça kitap zihninizde yepyeni bir yer edinir. Bir rüyayı yeniden görmek istemişseniz, bilirsiniz bu duyguyu da.

Yazar kimdir? Okurun yaratıcı deneyimi de bir tür yazma edimi değil midir? Okur ve yazar söyleşirken kitap içinden kitaplar doğmaz sanıyorlar, yanılıyorlar. Yanılabilirler ve hatta yanılmalılar. Doğar kitaplar ve büyürler insanın hiç hayal edemediği biçimlerde. Açılmayan kitaptan konuyu buralara vardırmak mıdır maksadım? Maksadım yoktu, inanın. Bitmek bilmeyen bir sevdaya inanın.

Topluma uyum sağlamak da neyin nesi dediğim yıllardan Bir Uyumsuzun Notları’nı okuduğum yıllara, o yıllardan uyumlu bir bütüne ait olabilmenin güzelliğini düşündüğüm yıllara geldim. Emekledim, çok düştüm, çok yaralandım. Yürümeyi öğrendim işte, sonunda öğrendim. Toplumun yaratıcı işlevini gördüm sonunda, görebildim.

Bir Ahmet Telli şiiri geldi şimdi aklıma: “Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum” Belki de o dize böyle değildi ama bakmayacağım doğrusuna. Doğrusunu öğrenirsem yazar ve okurun birlikteliği, söyleşisi ve bu söyleşinin değeri suya düşmez mi?

Niçin Büyüyelim kitabını aldım içerdeki odadan, salona getirdim, bakacağım. Bakmanın ötesine geçip ciddi ciddi okuyacağım. Yıllar önce bir dostumun en karanlık zamanlarda söylediği gibi “hadi gülelim” frekansını açacağım. Hadi Gülelim frekansında Onur Akın dinleyeceğiz. O frekansta yeri gelince çocuk yeri gelince yetişkin olanlar, yeri gelince yazar yeri gelince okur olanlar ve yeri gelince deli yeri gelince akıllı olanlar buluşacak. 

Hadi gülelim…

Hadi hayal kuralım, birlikte…


 Yasemin Şenyurt
22.10.2019
Ankara

13 Ekim 2019 Pazar

Başımıza Gelen Şeylerin Değeri



F. Pessoa

Bu sayfada bir öykü olmasa…Öyle güzel ki bu iki cümle, ben yazmasam, siz tekrar tekrar bu iki cümleyi okusanız olmaz mı? Ağaçları, çiçekleri, denizi, gökyüzünü tanımak için harıl harıl çalışmaya başlasam ben de. Yazmasam işte, tembellik etsem. Kendimden emin olmasam, yargılarda bulunmasam, önsaygı ile baksam dünyaya. Her birimiz bu sabah Pessoa’nın iki cümlesini düşünüp unutulmaz anlara teşekkür etsek…
Çocuktum, bir yılbaşı kutlayacaktık, Ankara’da diye başlamasam.
Çocuktum, bir gün İstanbul’da arkadaşlarımla diye başlamasam söze ve siz dönüp dolaşıp Pessoa’nın iki cümlesini okusanız:
Başımıza gelen şeylerin değeri, sürece uzunluklarıyla değil, yoğunluklarıyla ilgilidir. Bu yüzden unutulmaz anlar, açıklanamayan şeyler ve bizim için eşsiz insanlar vardır.
Bugünü ve bu haftayı bu cümleleri düşünmekle geçireceğim, anladım. Anladım ki bir yazar sizi bir kış sabahı – yüzme bilip bilmediğinizi düşünmeden- denize atabilir ve sizin can simidiniz anılardır, yüzmeye başlarsınız. Nasıl kulaç atacağınıza dair bilginiz vardır, inanılmaz bir biçimde. İnanılmaz bir biçimde nasıl hayatta olduğunuza şaşırdığınız anlar vardır ve hayatta kaldığınız yetmezmişçesine hayata kattığınız şeyler çoğalmıştır. Deniz yıldızı hediye etmiştir bir gün bir balıkçı size ve siz o fotoğraftan ayraç yapmışsınızdır mesela.
Bugün o inanılmaz günlerden biri olabilir, bu hafta öyle bir hafta olabilir. Diyelim ki olmadı, sıradan bir gün ve olağan bir hafta bizi bekliyor. Deniz yıldızsız, güneşsiz, yağmursuz günler olacak ve siz çok sıkılacaksınız diyelim. Şu cümleler daha iyi yer etsin o zaman aklınızda:
Başımıza gelen şeylerin değeri, sürece uzunluklarıyla değil, yoğunluklarıyla ilgilidir. Bu yüzden unutulmaz anlar, açıklanamayan şeyler ve bizim için eşsiz insanlar vardır.
F. Pessoa
Çok erken sayılmayacak bir saatte yazıyorum, yine gönlüm elvermedi Pessoa’nın cümlelerini tekrar tekrar yazmak yerine kendimden bir şey katmamaya. Kendinden katmak güzel şey doğrusu, garip bir alışkanlık…
Pessoa okumayı özlediğimi hissettim, Huzursuzluğun Kitabı’nı bir süre sonra bırakmıştım, başlamalı mı yeniden diye düşünürken siz de düşünün istedim.
En çok da şu gerçeği:
Başımıza gelen şeylerin değeri, sürece uzunluklarıyla değil, yoğunluklarıyla ilgilidir. Bu yüzden unutulmaz anlar, açıklanamayan şeyler ve bizim için eşsiz insanlar vardır.
F. Pessoa 
Yasemin Şenyurt
14.10.2019 
Ankara

9 Ekim 2019 Çarşamba

Hep Onun Yüzünden Değil mi?




“Eğer gerçek dünyada yaşamak istiyorsam, bu yansıtmalarımdan vazgeçmek zorundayım; nefret edilesi olanın, kötünün içimde olduğunu kabul etmeliyim. Bu kolay değildir. Suçu başkalarına atamamak çok zor. Ama buna değer. Eğer birey, diyor Jung, "kendi gölgesiyle hesaplaşmayı öğrenirse, dünya için gerçek bir şey yapmış olur. Günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa minicik bir parçasını sırtlanmayı başarmıştır. Dahası, o birey gerçek birlikteliğe, kendini bilmeye ve yaratıcılığa doğru adım atmış, büyümüştür. " 
Ursula K. Le Guin

Hep onun yüzünden diye başladı söze. Sözü geriye doğru çekti ve bir ok gibi fırlattı. Hep onun yüzünden oku saplandı tahtaya. Hep onun yüzünden mi gerçekten diye bir an sormadı, bir an sorsa belki de aklı açılacak, kalbi ferahlayacaktı, izin vermedi. İzin vermedi bir an ne kendine ne ona ne de yaşama. Haklı mıydı? Haklı olsa ne fayda!
Hep onun yüzünden diye başladı ve sözüne devam ederken bu sefer geçmiş yaşamında yaptığı hatayı yapmamaya karar verdi. Ok yaydan çıkmadı. Biraz olsun anlayış kazanmıştı önceki yaşamında, biraz olsun şefkat kazanmıştı. İnsan ne kazanırdı ki başka? Para kazanmak, şan şöhret kazanmak diye geçer sözlüklerde ama bence para kaybedilir, harcandığında da kazanıldığında da. Ne kazanılır o halde? Güven kazanılır, sevgi kazanılır, umut, anlayış kazanılır. 
Hep onun yüzünden demedi üçüncü kez dünyaya geldiğinde. Döndü dolaştı, hep kendi yüzünden olduğunu kavradı. Meselelere farklı bakabiliyordu bu yaşantısında. Dördüncü kez yaşayacak olsa kim bilir neler neler kazanacaktı? Dördüncü hakkı yokmuş. Kimin kaç hakkı var bilemeyiz ve heyecan veren de budur. Bir yaşamımız olacak veya on dört yaşam hakkımız olacak. Öğrendik öğrendik telaşında olmamız güzeldir. Ya hiç öğrenemezse kişi? Mutlaka öğrenir, belki her şeyi öğrenemez iki yaşam hakkında ama  çok önemli bir şeyi öğrenecektir. On milyon yaşama hakkı olduğumuzu bilsek “nasıl olsa öğrenirim” rehavetinde olmaz mıyız? Kim ne derse desin telaş güzeldir. İyiliğe doğru telaş, güzelliğe, inceliğe, özgürlüğe telaş şiirlerin en özgünüdür. 
Şu ayna nöronlar meselesi beni çok düşündürüyor bu ara. Düşünmek dedim de bu sabah okuduğum makale neden bu kadar güzeldi ve neden bu kadar çok düşünüyorum onu şu anda? Turing testi, bilgisayarın insan olduğuna ikna olma meselesi derken makalenin her yerinde hissettiğim sevgiye, inceliğe inanç…
Searle’un Çin Odası deneyini mi öğrenmek istersiniz, başka zihinler meselesini mi yoksa bir bilgisayarın nasıl olup da insanlar için çok kolay olan bir cümle içindeki zamirle kimin kastedildiğini bilememesini mi? Bir bağlantı adresi verip bu öyküyü okuyanlara o makaleye göndermek isterdim ama yapamam. Elimizdeki imkan kısıtlılığından değil, içimden gelmediğinden, içimden gelse de bu makaleyi okurken hissettiklerimi paylaşacakmışım gibi geldiğinden…
Ayna nöron, ayna nöron söyle bana beynin F 5 bölgesinde misin? Ayna nöron söyle bana empati mi senin derdin? 
Hep onun yüzünden demekten empati ile vazgeçeriz değil mi? Kaçıncı yaşantıda vazgeçeriz? 

Yasemin Şenyurt
09.10.2019
Ankara

4 Ekim 2019 Cuma

insanın gücüne dair




“Sonuçta hepimizin ölecek olması, geride sadece tozun kalacak olması, İnsan’ın, koşulların onu maruz bırakabileceği hayvan-olma ayartısına karşı koyabilen biri olarak kendini olumladığı anda sahip olduğu ölümsüzlük kimliğini hiçbir surette değiştiremez.”
Alain Badiou

Babamla konuştuk, Pazar günü hava sıcaklığı on derece düşecekmiş dedi. Üşüyeceğiz ve bizi sıcak tutan şeyleri yanımıza almak yetmeyecek, üzerimizde olacak hırka, yağmurluk. Belki gribe yakalanmamak için daha dikkatli olacağız. Belki yağmur ömrümüzde ilk defa farklı sesler çıkaracak, farklı hissettirecek. Kasvetli sabahlarda içimizi kıpır kıpır eden bir öykü yazma telaşı yüzünden kahvaltı yapmayı erteleyeceğiz. Kasvetli sabahlarda en sevdiğimiz kazağımızı giyerek gün içindeki aksilikleri, olumsuzlukları üzerimize çekmeyeceğiz. Bu yeter mi? Gün içindeki olumsuzluklarla boğuşmak için daha farklı bir gücümüz olmalı sanki.

Bu güç nasıl bir şeydir ki insanı ayakta tutar? Bu güç ne renktir, nasıl bir kokusu vardır, görünüşü nasıldır? Kim anlatmak ister bilmiyorum. Kendime baktığımda bu gücün lacivert olduğunu, yasemin koktuğunu ve bir yağmur damlası biçiminde olduğunu söyleyebilirim. Bir başkası derse ki benim gücüm turuncu, kokusu elma, görünüşü deniz feneri şeklinde, nasıl itiraz edebilirim…
Bir gün Oslo’da Munch’un müzesine gitmeye çalışırken az kalsın kayboluyordum. Müzeye gideceğim derken şehirden uzaklaşmaya başlamıştım. Farkına vardım ve insanlara sora sora metroya binerek gitmem gerektiğini, hangi durakta ineceğimi öğrendim. İlk defa yurtdışına çıkmıştım ve müzeye giderken yalnızdım. Yanımda bu güç vardı işte, lacivert. Müzeyi bulduğumda derin bir nefes aldım ama az kalsın fotoğraf makinem yüzünden içeri almıyorlardı, derdimi anlatamıyordum. Müzeye girmek için sırada bekleyen bir aile, tam da benim arkamda, benim durumu anlatamadığımı görünce görevliyle benim aramda tercüman oldular. Ben içeri girdim ve o aile belki de sadece benim müzeye girmeme yardımcı olduklarını sandılar ama onlar bir hayali gerçekleştirdi. Sadece onlar da değil. Yol boyunca durdurup müzeyi sorduğum herkes sayesinde bir hayal gerçek oldu. Ertesi gün içimde cesaret büyümüş, mutluluk çoğalmış, Viegeland Park’a gittim tek başıma.

Gelecek yıllarda aynı cesaretle Brüksel’de Rene Magritte müzesine gittim. Büyülendim Rene Magritte eserlerinden. Kendimi daha çok sevdim. Koşullar ne kadar çetin olursa olsun insan hayallerine yolculuk edebilir, kavradım ve bu kavrayış sayesinde “ben bunu yapamam çünkü” ile başlayan cümlelerle mücadele etmeye başladım. Size bir soru sorabilir miyim dediğimde nazikçe soruyu bekleyen, cevaplamak ve yardımcı olmak konusunda istekli olan herkes bu mücadelede yalnız olmadığımı kanıtladı. Acelesi olan ve bana hayır diyenler de oldu ama ben sormaktan vazgeçmedim. Eğer acelesi olanlara küsüp hayalime yolculuktan vazgeçseydim çok şey kaybederdim. İnsanın neleri başarabileceğine dair tahayyülü sınırlı galiba…Kendisine inandıkça ve pes etmedikçe “ben bunu yapabilirim çünkü” cümleleri başlıyor. Üşümek, donmak, erimek yalan oluyor…
Yasemin Şenyurt
2019 Ekim

Ankara