29 Ocak 2012 Pazar

Titreme Üzerine



Kendimi cesur bilirdim. Şu an titriyorum.
Kalp titrer...

Titreyen bir kalp ne anlatır?
Zamanı, mekanı ve tüm olanları titretiyorsa bu kalp ne anlatır?

Anlam zaten titreyen bir şeydir.

Titreme üzerine bir yazı yazacağımı bilmiyordum ki.

Üşümeden, korkudan değil bu titremeler.
Anlamını bulan ve kalbimi saran sarmalayan yaşamımın titremesi.

Gözlerinin içine doğru baktığımda da ellerine doğru uzandığımda da sesin sessizliğimin sesi olduğunda da titrerim ben.

28 Ocak 2012 Cumartesi

İçimin Müziği Susmaz ki

Notaları hiç bilmem
Yönümü karıştırırım
İçimin müziğiyle adım adım
Yürürüz
Çöpçüleri selamlayarak
Bakkala el sallayarak
Birden gece olur
Birden sabah
Zaman kırılır
Kırılır ayna
İçimin müziği susmaz
Adımı unuturum
Yaşıma aldırmam
Birden mutlu
Birden umutsuz
Dengem yok belki
Ya da avuçlarımdan kayıp gitti
Ölümle diyaloğumu duyanlar
Çekti gitti
İçimin müziği susmaz yine de
Bir mektup gelir belki
Eskimeyen şeylerden biridir
Anlatma isteği
Eskimeyen şeylerden biri de gözlerim
Yönümü bulamam
Notaları bilmem
Panik halinde kapanırım içime
Müziği duyana kadar kalırım
Sonra mı?
Dalgınlığımdan mı nedir
Uslanmam bir türlü
Uslanmam

27 Ocak 2012 Cuma

Sessizlik



Gözlerimizden yaş gelene kadar güldüğümüz
Anılarımız olmadı belki
Ne zaman dalgınlaşır
Deniz?
Ne zaman ayrıldık?
Sessizlik bir yemin midir?
Neden şiirlere başlarız?
Bitmek bilmeyen bir yenilik
Nefesim kadar eski bu sevgide
Gülüş ve gül kokusu
Öpüş ve buğu
Nefesim kadar eski bu sevgide
Lacivert sessizlik

25 Ocak 2012 Çarşamba

Doğacak Olanlara Mektup



Zaman kabuğundan sıyrılıp özünü gösterdiğinden beri ömrümde de aynı telaş.

Ömrüme laf geçiremememin öz güvenimi sarmasına izin vermiyorum.

Ömrüm kabuğundan sıyrılıyor. Özünde sevgi var.

Sevginin kabuğu yok. Olduğu gibi görünüyor.

Olmak güzel şeydir diyorum kendi kendime. Görünür olmak da öyle...

Oluyor diyorum. Olmanın kabukları var. Olmanın kabukları o kadar çok ki. Gerçek anlamda olmak ya da olmanın özü nedir?

Olmanın özünde olanları bir bilseydim...

Olmanın sırlarına erişmek için çalışabilseydim.

Şu anda bu yeryüzünde yaşayan insanlar var. Kimse inkar edemez. Oluyorlar mı? Olmak  mevcut bulunmakla yetinmemektir. Ölümü kalpte ağrı gibi duyarak yaşama sarılmaktır. Cinsiyetinden, yaşından, adından, mesleğinden sıyrılıp kim olduğunu ve kim olacağını bulma çabasıdır.

Zamanın bizi öldürdüğü doğrudur. Görünüyor olduğumuz ve bir gün görünmeyeceğimiz doğrudur. Yaşarken su olabildik mi? Yaşarken çiçeğin narinliğinde ve dağın heybetinde olabildik mi aynı anda? Oldum diyemedik belki ama olabilecek olmanın heyecanını duyduk mu bütün vücudumuzla?

Olabilecek olmanın heyecanı o kadar güzeldi ki doğanlara ve doğacaklara şunu söyleyebilirim: Acı, hüzün, keder, tasa, yokluk, bela var. Hastalık, açlık, zorbalık var burada ama olmanın kabuklarını sıyırın. Kendinizin kabuklarından sıyrılın. Sevginin kabukları olmadığını anlayın. Olmak güzel şey. Oldum diyemesek de...

Sonu aynı olan öykünün başlığını, girişini, gelişmesini öyle bir yazın ki o ömür sizin olsun tam anlamıyla.

22 Ocak 2012 Pazar

Sevdan Olmasa

"bir de şu sevdan olmasa..."

bu hayatın çekilmezliği üzerine ne çok cümle kurulabilecekken çiçeklere su vermeyi tercih ederim.

bu hayatın yoruculuğu üzerine ne çok yazı yazılabilecekken komşu Fatma Abla'nın annesi Satı teyzeye merhaba demeyi tercih ederim.

bu hayatın nankör olduğunu iddia edeceğime insanların özgür ve sorumlu olduğunu iddia ederim.

bu hayatın anlamsızlığını vurgulayabilecek kadar güçlü hislerim olsa da Dünya Şiirleri Antolojisinden şiirler okumayı tercih ederim.

Karlı Bahçe

Pencereden bahçeye bakıyorum. Karlı bahçede yaşam sürüyor. İçimdeki karlı bahçeye götüren şarkılar dinliyorum. Yapbozu tamamlıyor annem ve kardeşim. Ben çabuk sıkıldım sanırım. Biraz da üşengeç olunca bir işin sonunu getirmek zor oluyor.

Yarın sözcüğünün büyüsüyle aldanıyorum yaşama. Aklımı çelen mavi düşlerle geleceği hayra yoruyorum. Gündüz niyetine anlatıyorum. Suya anlat sadece deseler de yabancılara anlatmaktan mutlu oluyorum.

Bahçeden pencerenin içine bakıyor ağaçlar. Pencerenin içinde yaşam sürüyor. Yaşamın sürdüğünü yeni yıkanmış ve ütülenmek isteyen giysilerin telaşından anlıyorum. Önce ben diye bakan gri gömleğe göz kırpıyorum. Sabırlı olmalarını öğütlüyorum.

Mutfakta çay demleniyor. Arkadaşlarım beni arayıp sağlığımı soruyor. Annem Sırrıyla konuşuyor. Ben bir ay sonra hala olacak olmanın sevincini duyuyorum.

Bu kış içimdeki karlı bahçede bir müzik kutusu var sanki...Hep sevdiğim şarkılar çalıyor.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Sırrının Öyküsü

Size sık sık Sırrı'dan bahsedeceğim bundan sonra...

O dünyalar tatlısı, arkadaş canlısı ve akıllı ve duygusal bir kedi. Benim kedim desem de haksızlık ederim aslında. O bizim kedimiz.

Biz kimiz? Biz Mavi At Kafe Kültür ve Yaşam Ortamında çalışanlarız. Mavi At Kafe ise Doç. Dr. Haldun Soygür öncülüğünde  şizofreni hastalarının yaşama üretken ve mutlu bir şekilde karışmaları için kurulmuş Ankara'da Beşevler semtinde bulunan bir mekan. Sımsıcak ve özel bir mekan. Söz bu kafeden de sık sık bahsedeceğim. Aslında söz vermeme gerek yok. Bahsetmeden duramam ki...

Mavi At Kafeden ismini alan bir de fotoğraf topluluğumuz var bizim. Mavi At Fotoğraf Topluluğunun kurucusu ise sevgili hocamız Fazlı Öztürk. Bizler fotoğraf çalışıyoruz ve bu çalışmalarımızı bir araya gelip değerlendiriyoruz. Daha önce Sonbahar adlı sergimizi açtık. Şu anda Hepimiz Şizofreniz sergisi için çalışıyoruz. Mavi At fotoğraf topluluğunun iki üyesi olarak (Zübeyir ve Yasemin) makinelerimizi alıp kafeden dışarı adım attık. Bir kediyle karşılaştık. Çok akıllı ve arkadaş canlısı olduğunu ilk dakikalarda anladık. Oyun oynadık onunla ve onun fotoğraflarını çektik. O ağaca tırmanıp bize oyunlar yapmaya devam etti ve o günden sonra da kafenin civarından hiç ayrılmadı. Onu görünce  seviniyorduk. Facebookta topluluk sayfamızda Zübeyir onun adının Sırrı olmasını istediğinde hemen kabul ettim. Sırrıyı zamanla hepimiz çok benimsedik. Her arkadaşımız ona yemek vermek istiyor ve bahçede görünce herkes birbirine haber veriyordu. Bir gün fotoğraf topluluğunda Haldun Hocanın mesajını gördük. Sırrının kafeye alınması için önerge veriyorum diyordu Haldun Hoca. Gözlerimizin içi ışıl ışıldı. Sırrı bizim kedimizdir diyorsam arkasında böyle bir öykü var. Mavi At Kafedeki arkadaşlarım Sırrıyı bana emanet ettiler. Sırrı benimle birlikte yaşasa da o bizim kedimiz...

Acilde Geçen Gece



Bir gece şiddetli ağrı nedeniyle hastanenin acilinde buldum kendimi. Yakınlarım uzaktaydı o an. Yakınım yok demek tuhaftı. Var ama uzaklar demek daha da tuhaf sayılırdı. Ağrım ve ben yakındık o an. Doktorlar yakınınız yok mu diye sordukça yok diyordum. Peki ama dedi bir doktor nasıl geldin bu ağrıyla buraya? Zor olmuştu...

Geldim dedim kuru kuru. O arada ağrıyı dindirmek için serum vereceklerdi. Serum vermek için de damarımı bulmaları gerekiyordu. Damarımı bulmaya çalışırlarken aynı doktor başka bir soru sordu. Ellerindeki bu çizikler de ne? İlk başta ellerimde çizik mi var diyecektim. Son anda ellerime baktım ve Sırrıyı hatırladım. Sırrı benim kedim:) Sırrıyla oyunlarımızın neticesindeki izlerdi.

O sırada serum takıldı ve ben yakınlarımı düşünmeye başladım. Evden çıkmadan önce ne olur ne olmaz diyerek Sırrıya yemeğini bol bol vermiştim. Suyunu kontrol etmiştim. Aklımdan hızla böyle düşünceler geçiyordu ki karşımda Nilüfer Ablamı gördüm ve hayatımdaki her yakınım çok yakın oldu o anda.

Doktorlara "benim yakınım varmış" dedim. Vardı ve var olacak. O hep bana en yakın olacak ve o hep bana özel olduğumu, özgürlüğümü, özgünlüğümü hatırlatacak.

Acilde geçen saatler boyunca ve ertesi gün kahvaltıda beraberdik Nilüfer Ablamla. Hatta beraber mutfakta yemek yaptık. Nilüfer Ablam kahvaltıda şöyle dedi: "Kahvaltıyla ilgili bir şiir var değil mi?" Ben de onu şöyle cevapladım: "Kahvaltının mutlulukla ilgisi olmalı"

Jonathan'ın Arkadaşı


Kendime doğru
Uçuyordum
Bulantı
Denizine daldım
Sağım solum korku dolu bakışlar
Ne yemek istiyorum
Ne dinlenmek
Kendime doğru
Uçarken
Aklıma takılan uçurtma
Kalbimi çeliyor
İyi oluyor sana diyor büyükler
Ölüm bile özgürlüğümü çalamaz
Hele onun korkusu
Hele sizin korkularınız
Yaşamak sandığınız şey korku
Cesaretli Yasemin adlı martı
Yaralıdır şimdi
Denesin yeniden
Korkmasın diyor arkadaşı Jonathan
Bulantı denizi hemen aşılmaz
Sabırlıdır Yasemin adlı martı
Kolay olandan hoşlanmaz
Özgür olacak mı  Yasemin adlı martı diye sorarlarsa
De ki Jonathan kahin değildir
Ama kim ki kendine uçarken yaralanır
Sabır ve cesaretini kaybetmez
Uğultulara aldırmaz
Özgürdür
Ölüm bile çalamaz ondan bu özünü

17 Ocak 2012 Salı

Ayrılığa Dair

Dünyanın sonu değildi bu ayrılık. Ayrılığın içinde bile vardı bahtiyarlık. Gözlerimi kapasam ve beni öpsen diye düşünüyordum ki düşünceme sımsıkı sarıldım. Düşünce dünyamdan düş dünyama geçtiğimi fark edemeden ayrılmıştık. Ayrılık nedir ki eğer sevda kök salmışsa ve gövdenizden geçmiş ruhunuzun derinliklerine işlemişse…
“böyle bir kara sevda kara toprakla biter”
Aynı şehirde nefes alamamak acıydı.
Rastlaşamayacağımızı bilmek de…
Başka bir şehre uyanmak da…
Gözlerimi sımsıkı yumarsam beni öper misin?
Bahtiyar olmak ne tuhaf ve ne eski bir alışkanlık…
Dizlerimde derman kalmamıştı ki. Yere düştüm ya da düşeceğim az sonra. Kim bilebilir ki?
Zaman geçer ama bazen çok yaralayarak!
Zaman geçmez ya da geçmesin isteriz bazı özel dakikalarda.
Ayrılık nedir ki?
Bahse girebilirim: Ayrılık hiçtir.
Şarkılar söyleyebilirim. Danslar edebilirim. Ama her seferinde de bilirim: O beni deliler gibi öpsün istedim.

15 Ocak 2012 Pazar

Sessizliği Seviyoruz


-Bir şey içer misiniz?
-Çayınız varsa içerim. Teşekkür ederim.

Sohbetin başlaması için her şey hazırdı. Çaylar geldi, ilk yudumlar alındı ve sigaralardan ilk nefes…
Ama her şey daha da sessizleşti. Radyoda çalan şarkı, çakmak, fısıltılar, mırıldanmalar o denli sessizleşti ki iki insanın da aylardır beklediği şu an ve şu sohbet sessizlikle örtüldü.
Nasılsın sorusunun gereksizliği mi havalardan söz etmenin anlamsızlığı mı yoksa birbirlerine olan sevgilerinin yeterince açık ve derin oluşu mu?
O kadar sessizleşti ki dünya o anda ikisi de sessizlikten korktular.
Sözcüklere ve cümlelere ihtiyaç duyacaklarını sanmaları ne büyük yanılgıydı. Aynı masada karşılıklı ve bir süre sonra da yan yana oturdular. 
Yürüyerek uzaklaştılar. Daha doğrusu uzaklaştıklarını  düşündüler ama yeniden karşılaştılar. Yeniden karşılaştıklarında da konuşamadılar…




14 Ocak 2012 Cumartesi

göğe ait ruhum

Yüzümde gizli durur acı
Cevabını beklemiyorum
Okula giden çocukların telaşında
Uyanır içimdeki gök
Sızlar denizim
Uçurtmalar kadar göğe ait ruhum
Şimdi bu yağmurdur
Barışmaya aşk kala
Ömrümde görmedim böyle yağmur
Çağırdık fakat gelmedi
Gelmeyen ya da gelmeye geciken bir şeydi
Ne olduğunu bilemedik
Ömrümde görmedim böyle renk
Sabahın ömrüme sunduğu nadir şölenlerden birindeyim
Yüzümde gizli acı
İçimden geç
İçime yerleş
Bitsin ve başlasın sevişmek
Hiç durmadan göğe ait olalım
Deniz sızlamasın hasretten
Kalp ağrımasın yürekten

ÜÇ GİZLİ ÇİÇEK


Ellerim üç gizli çiçek
Adı duyulmamış
İçine kapalı ve ürkek
... Şiirsel bir ağrı bu
Geçmese de olur
Geçmese keşke
Hiç geçmese
Ellerim üç gizli çiçek
Fısıldaşır evrende
Havada mı dursun
Denize mi aksın
Karaya mı çıksın bilemez
Bir bildiği olmalı ellerimin
Başka çok başka duyuyor ağrısını
Ellerim üç gizli çiçek ki
Yürür bedenime
Diriltir ruhumu
Tutunmak ya da tutmak değil derdi
Hissiz de değil sanıldığı gibi
Sıkışıyor kalbim
Bu şiirin ortasında
Ellerim kanat oldu
Ellerim uyuştu: nasıl da anlayışsız bir cümle!
Ellerim üç gizli kanat
Ellerim üç gizli çiçek
Ellerim uç uç
Yağmuru durdur
Güneşi yakala
Sıcak olmalısın bu kış

Ellerim üç gizli çiçek
Ellerim üç gizli kanat
“Avuç içi kadar mutluluk”
“Avuç içi kadar”

13 Ocak 2012 Cuma

Düğüm

Kasvet kahvesinde
Başkası olmak için soyunuyordum kendimden
En çok boğazım yakıyordu canımı
Bilmiyordu çünkü nasıl başkası olunacağını

İçindeki  iki  sözcük
Günden güne kuruyarak
Tıkanıyordu yaşamım


Boğazımdaki düğümdeymiş meğer benim de kalbim!

Dünyalılar

Tütsü kokusu yayılıyordu odaya. Sessizlik duvarların ruhuna işlemişti. Kısık sesle çalan müziğe aldırış etmiyordu evdeki sarı yastıklar ve yeşil halı. Kahve lekeleri içindeki pijamasına baktı Tarık Bey.  Burnunu çekti gürültülü bir şekilde. Kimsenin kimseden etkilenmediği bir dünyada yaşamak ne kadar zor diye düşündü.
Acının tercüme edilemediği bir dildi günlük hayatın dili.
Şu ne kadar?
Bu nasıl çalışır?
Onun adı ne?
Kuru kuru sorulur ve tatsız cevaplar alınırdı çoğu kez. Nefessiz kalmamak elde değildi.
Tarık Bey duvarda asılı duran resme baktı. Sevdiği kadının resmine baktı. O resme baktığı zamanlarda nefes aldığını hissediyordu.
Komşular diye seslenecekti ama vazgeçti. Dünyalılar diye seslenmeye karar verdi. Dünyalılar vazgeçin artık rahatınızdan!
Tarık Bey böyle sık sık düşünür ama bir türlü seslenemezdi. Boğazı düğüm düğüm olurdu ya da yüreğine bir ağırlık çökerdi.
Kahve lekelerine bakakaldı. Uykusuz gecelerinden şikayetçi değildi. Azim’i hatırladı durup dururken. Azim vefat edeli on sene olmuştu.Azim yaşasaydı bu halimi anlardı düşüncesi içini yaktı.
Rahatlarından bir türlü vazgeçmeyen dünyalılara nasıl sesini çıkartamadığını düşünmekle başlamıştı her şey. Azim yanımda olsaydı her şey farklı olurdu düşüncesiyle pijamalarını çıkardı. Dolapta asılı duran ve senelerdir elini sürmediği takımını çıkardı. Giyindi ve sokağa fırladı. Yan apartmanın altındaki çiçekçiye uğradı.
Elinde bir demet nergisle önce amaçsızca yürüdü. Kırk dakika sonra ise mezarlıktaydı. Azimle dertleşmeye gelmişti. Azim’in söylediği türküyü yalnız ve kısık sesle söyledi mezarlıkta. Nergisleri bırakırken toprağa şöyle seslendi:
Sen olsaydın sahip çıkardık bu dünyaya ama şimdi çok yalnızım.

12 Ocak 2012 Perşembe

"DELİ KIZIM UYAN"

Yasemin Şenyurt kendini bize nasıl anlatır?
YŞ: 1980 yılında İstanbul’da doğdum. Geçen otuz seneyi Simurg efsanesine bağlamayı seviyorum. Otuz sene sonra anladım ki hayatın sırrına ulaşmak isteyen kişi engelleri engel olarak görmemeli ve onları aşabilmeli. Onları aştıkça karşısına çıkan yeni engelleri de aşmak istemeli. Bu yolculuk bitmez…Şu anda felsefede doktora yapıyorum. On sene önce en büyük hayalim felsefede yüksek lisans yapmaktı. Başarıp başaramayacağıma dair kaygılarım vardı. Yirmi sene önce en büyük hayalim kitaplar yazabilmekti. Şu anda Mavi Çimenlerde Nefes Al, Mayıs Islığı ve Umut Defteri olmak üzere üç kitabım var.  Hayallerime ulaşabiliyorum ama hayallerime doğru yaptığım yolculuk beni daha çok heyecanlandırıyor.
Gelecekte yapmak istediklerini öğrenebilir miyim?
YŞ: Mesela 2020’de felsefe alanında önemli kitaplar yazmış olmak isterim. Felsefe ve psikoloji alanında insanın olanaklarını neden göremediğine ve nasıl görebileceğine  dair daha doğrusu özgürlük ve üretkenlik konusunda insanları kışkırtan metinler yazmak istiyorum. Şu anda Adorno’da bireyin özgürleşme olanağı ile ilgili bir tez hazırlamaya çalışıyorum. Bu tez çalışmam bittiğinde de önümde  yeni engeller ve yeni yollar olacak.
Yazar olma yolculuğunda seni en çok etkileyen yazarları öğrenebilir miyiz?
YŞ: Ortaokul yıllarında Reşat Nuri Güntekin’den çok etkilendim. Lise yıllarında Goethe ve Dostoyevski’den etkilendim. Üniversitede Hermann Hesse, Irvın Yalom,  Oruç Aruoba, Ece Temelkuran ve son yıllarda ise Ferit Edgü, Tomris Uyar, Aslı Erdoğan, Camus, Kafka ve Arno Gruen’den etkileniyorum. Etkilendiğim şairler ise özellikle Edip Cansever, Turgut Uyar, İlhan Berk, Lale Müldür ile Birhan Keskin.
Yazar olma yolculuğunda seni en çok etkileyen yaşam deneyimi ne oldu?
YŞ: Şizofreniyle beraber yaşamayı öğrenme deneyimi benim yaşamımı da yazılarımı da derinden etkiledi. Yirmi yaşımda yani hastalığın başladığı dönemde iki ay boyunca yaşadıklarımın ve düşündüklerimin “akıl oyunları” olduğunu anlamamı sağlayan doktorum oldu. Gerçeklerle yüzleşmeyi öğrenmem epey zaman aldı ama bunda da doktorumun katkısı çoktur. Yaşamda karşılaştığım her olayı iyimser bir kurguyla yeniden değerlendiriyor ve yaşanılanların arkasında gizli iyilikler arıyordum. Yıllarca yaşadıklarımı sorguladım. Ölüme, ayrılıklara ya da üzücü başka olaylara inanmadım. Üniversiteyi bitirdiğimde ya da ilk kitabım yayımlandığında da bunu ben yapmış olamam dedim. Gerek mutsuzlukları gerekse mutlulukları hep kendimden uzak tutmaya çalıştıkça sorumluluktan uzaklaşıyordum. Doktorumun tavsiyesiyle J.P.Sartre okumamın gerçeklerle yüzleşmemde önemli katkıları oldu. Hastalandığım günlerde cümle kurma gücü bile bulamıyordum. Daha sonra Yanılmalar diye bir dosya açtım bilgisayarımda ve orada günlük hayatla dalga geçen metinler yazmaya  başladım. Şizofreni sayesinde bakış açım zenginleşti.
İlk aklına gelen sözcüğü ve onun senin için anlamını öğrenebilir miyiz?
YŞ: Dönüştürmek sözcüğü aklıma geliyor. Yaşadığımız olumsuzlukların olumsuzluk olduğunu kabul ettikten sonra ne yapıyoruz? Ya onu olumsuzluk olarak kabul edip köşemize çekiliyoruz ya da ona karşı koymak istiyoruz. Karşı koymak için de yardım istiyoruz genelde. Oysa kendi başımıza o olumsuz olayı dönüştürme gücümüz var. O olumsuzluktan olağanüstü bir yaşam deneyimi edinebiliriz. Nasıl mı? Ona farklı açılardan bakarak ve ona dokunarak, koklayarak ya da onu işiterek. Dönüştürmek için görmek sadece bir başlangıç olabilir. Sonrasında onu düşünmemiz gerekir. Düşünürken de ona yoğunlaşmamız gerekir. Ama nedense düşünme yolculuğuna çıkamıyoruz. Sürekli ya kendimizde ya da koşullarımızda eksiklik olduğunu düşünüyor ve düşünmeyi başka zamana erteliyoruz. Behçet Necatigil sevgiyi yarınlara bıraktınız/tutuk, çekingen, saygılı diyor ama galiba başka bir sorunumuz da düşünmeyi yarınlara bırakmak. Düşünmek için “geniş zamanlar umuyor” ve bu yüzden de olumsuzlukları dönüştüremiyoruz.
En çok öğrenmek istediğin şey nedir?
YŞ: Sabırlı olmayı öğrenmek isterim en başta.
En çok dönüştürmek istediğin şey nedir?
YŞ: Bir başkasının acısını kendisinin  dönüştürebileceğine inandırmak isterdim. Ursula K.Le Guin Mülksüzler’de acı çektiğimizi ama boşuna acı çektiğimizi söylüyor. Acının içinden tam anlamıyla geçebilir ve ona tam olarak katılabilirsek acının içindeki gerçeğin mutluluğun içindeki gerçekten daha değerli olacağını söylüyor. Ben de buna inanıyorum.
Seni en çok etkileyen düşünce nedir?
YŞ:  Nietzsche şöyle bir şey sorar: Eğer şu anı sonsuz kez yaşayacak olduğunuzu biri size söyleseydi bu size ne hissettirirdi ya da şu an yaşadığınız gibi yaşamayı mı tercih ederdiniz? Bu düşünce çok önemli benim için çünkü şu anın içindesin ve o anı nasıl değerlendiriyorsun sorusunu sorarak insanı kışkırtıyor. Kendi ömrümü düşünüyorum. Bu ömrü sonsuz kez yaşamayı isteyecek miyim? İsterdim belki ama bu ömrün içinde daha çok kitap okumak ve daha çok tiyatroya gitmek ya da daha çok felsefi tartışmalarda bulunmak da isterdim. Demek ki kendimize “ne duruyorsun?” sorusunu sormamız gerekiyor. Koşullardan yakınmak yerine koşulların en ortasında durup baş kaldırmak  gerekiyor. Camus, başkaldırının insanın kendi içinde haklılık duygusu uyanınca ve hayır diyerek başladığına inanıyor. Biz sürekli maruz kaldıklarımızdan bahsedip karamsar oluyoruz. Çalışma şartları, trafik, çevre kirliliği, yoksulluk, sömürü, savaşlar. Birinin bizi kurtaracağını hayal ediyoruz. Sahte kahramanlar yaratıyoruz. Bireyin anı ve hayatı değiştirme gücü var.
Seni en çok etkileyen dizeyi ve seni etkileme nedenini öğrenebilir miyim?
YŞ: Kalbim serseriliğim benim der Edip Cansever. Beni etkiler çünkü serseri olabilmek herkesin harcı değildir.  Kalbin serseri olabilmesi çok daha zordur. Benim için serseri olmak ne anlama gelir? Anahtarsız olmaktır yani evinin, arabanın, işyerinin, kasanın anahtarlarını bir yere atmayı göze alabiliyorsan serseri olabilirsin. Anahtarsızlığın Büyüsü diye bir öyküm var. Belki orada daha iyi anlatmış olabilirim demek istediklerimi.  Kalbinizin anahtarı olmaması üzerine düşünüyorum şimdi. Kalbinizin anahtarı yoksa kimse hatta siz bile sahip olamazsınız ona. Kalbiniz ne ait olmaya çalışır ne de sahip olmaya çalışır. Oysa bu dünyada çoğu insan bir yerlere ait olmak için çırpınıyor. Bir şeylere sahip olmak için kendinden vazgeçenler var. Edip Cansever’in bir başka dizesi daha var: “Aşk iyidir bak duyumunu arttırır insanın”… Duyumumuz artmıyor artık âşık olduğumuzda. Sorun belki de burada.
Fotoğraf çektiğini ve bu eylemi çok sevdiğini biliyoruz. Ne söylemek istersin?
YŞ: Benim için fotoğraf iç dünyamdan kopup dışarıya açılmam anlamına geliyor. Açılmak sözcüğünü de seviyorum. Kıyıda güvendesinizdir. Açıldıkça başınıza bir şey gelebilir. Kendi odanızda ya da kendi ruhunuzda bir süre sonra her şey tanıdık hale gelir. Güvende hissederiz. Oysa felsefe de fotoğraf da aşk da açılmayı gerektiriyor. Kulaç atıp yorulacaksın, deniz analarıyla karşılaşacaksın, tehlikeli balıklar olacak, ayağına kramp girebilecek. Ölümle burun buruna olup yaşamla göz göze olacaksın açıkçası. Sokağa çıkıp fotoğraf çektiğimde insanlarla konuşmaya çalışıyorum ama bazen tepkiler de alıyorum. Tepkiler aldığım zaman ilk başlarda kızıyordum. Şimdi kızmıyorum çünkü yaşamsal bir konu var: samimiyet. Ben  o insana yönelirken tek amacım onun  fotoğrafını çekmek  olursa o insana haksızlık ediyorum. Gerçekten o insanla paylaşacaklarım olduğuna inanmalıyım öncelikle. Açılırken kollarımızda can simidimiz olacaksa bu samimiyet olmalı. Hem kendimize hem de insanlara karşı.
Aynaya baktığında ne görüyorsun?
YŞ: Sıkılıyorum çoğu zaman. Hep aynı yüz ve çığlık atmayı henüz başaramamış bir yüz görüyorum.
Başkalarının senin için düşündüklerini önemser misin?
YŞ: Önemsiyorum ama çok abartmıyorum.  Benim için sıkıcı ya da çok konuşuyor ve aynı şeylerden bahsediyor diyebilirler. Bu iki konuda haklı da olabilirler. Değiştirmeye çalışıyorum ama kendime işkence etmiyorum. Kendimle barışık değilim. İyi ki de…
Felsefe nedir ve sende yarattığı en büyük değişim nedir?
YŞ:  Bence felsefe memnun olmama sevgisi ve dönüştürme olanağının bilincidir. Bir insanla tanışıyorsunuz ve isminizi söylüyorsunuz daha sonra o insan da size ismini söylüyor ve karşılıklı memnun oluyorsunuz. Bu mümkün mü? İsimlerinizi duymak sizi ne kadar memnun edebilir?  Bir insanın ismini duyduğunuzda rahatsızlık ya da kaygı da duyabilirsiniz ama nezaket kuralları dolayısıyla memnun oldum diyeceksiniz. Yalan söyleyerek nazik olma konusunda ustalaşıyoruz. Çıkarlarımız ve güvende olma isteğimiz bizi sahtekar yapıyor. Kendinden memnun musun? Dünyadan memnun musun? İçten içe hayır demek fayda etmiyor. Yüzümüzdeki gülümsemeyi, onaylamayı, memnun olmuş gibi yapmayı ne kadar sürdürebiliriz? Sürdüremeyenlerin adı deliye çıkıyor. Kabul görmek istiyoruz. Alkışları duymak istiyoruz. Sonra ne olacak kimse sormuyor. Herkes birbirinden ve dünyadan memnun olurmuş gibi yaptığında işler yürüyor. İşler yürümesin. İşlerin yürümesi yalnızlaştırıyor, delirtiyor bizleri. Gerçekliğe uyacağız diye canımız çıkıyor ve kimse sormuyor: Bu gerçek dediğimiz şey ne kadar değerli ki? Gerçekliğe müdahale etme gücümüz nerede? Felsefede. Eleştirel düşünebilmek ya da sorgulayabilmek önemli. Ana fikir nedir? Bir kişi tahtaya çıksın ve söylesin diğer arkadaşlar da ona katılsın. Öğretmen de aferin desin. Başka bir öğrenci çıkıp da ben beğenmedim bu fikri diyemiyor. Yazar ya da öğretmen ya da tahtaya çıkan kimse onun söylediği yeterli geliyor ve memnun oluyoruz.  Memnun olmadım ya da beğenmedim diyenlere ters ters bakılıyor ve o kişi hemen dışlanıyor. Dışlanmaktan ödümüz kopuyor.
Şizofreni nedeniyle ya da başka nedenlerle sokakta yaşayan insanlar için neler yapılabilir?
YŞ: Bence o insanlara ilaç dayatmak ya da ev dayamak döşemek sorun değil. O insanlar bir şekilde evlerinden kaçmış ya da evlerinden atılmış ya da evsiz kalmış insanlar. Evden kaçtıysa o insan mutsuz, huzursuz ve rahatsız edildiği için kaçmıştır. Evden atıldıysa o insan dışlanmış ve korkmuştur. Biz evimizde rahat oturup onlara ah vah etmekle çözüm bulamayız. O insanların ruh halini saptayıp ona göre iyileştirme yöntemlerinden çok şu içinde yaşadığımız dünyayı saptayıp onu iyileştirelim. Bunun için de hepimizin şizofren olmaya- gerçeklikten rahatsız olmak anlamında- ve  rahatsızlığımıza geçici çözümler bulmak yerine felsefe ile ilgilenmeye – dönüştürme bilincine- ihtiyacımız var.

Ölümsüzlük Oyunu

O şarkıyı çok seven
Yaralarımdan kaleler yapan
Ruhuma reçel döken bendim

Sana bağlanırken
Özgürlük kokan
Ölümsüzlük oynayan bendim

İkimizin Adı

Sessizliğinde kurduğum düşler ne kadar derindi bilebilir misin? Derdim yoktu. Savaşmıyordum ne hayatla ne de ölümle. Yaşayıp gidiyor da sayılmazdım.  Karşıma çıktığında hissizdim. Karşılaştığımızda ben diye bir şey vardı ama saklanmıştı.
Aynaya nasıl bakılacağı ya da bir arkadaşla nasıl selamlaşılacağı konusunda bile kaygılıydım. Şarkılar vardı sadece. Unutulmuş bir gelecek düşüm vardı.
Sahnede durabilecek miydim?
Ayakta kalabilecek miydim?
Çiçeklere bakabilecek miydim?
Seni tanıyınca bu soruların cevabı yavaş yavaş belirdi. Hepsine biraz çekinerek de olsa evet demeye başladım. Hayatla ve yapamadıklarımla şakalaşmaya başladım.
Nasıl olurdu böyle bir değişim?
Göz göze geldiğimizde sessizce kaçırmaya çalıştık yakaladığımız anlamı ve güzelliği. Anlam ve güzellik bize ce e yapmaya başladığında şaşkındık.
Demek ki sonbaharın içinde gizlenen ilkbahardır.
Demek ki “sana söylemiş olduğum söz henüz söylememiş olduğumdur”
Havadan sudan konuşmaya çalışırken ikimiz de güldük.
Hayatın ciddiye alınacak her tarafına bir palyaço fotoğrafı koyduk beraber. Zorluklara ve hastalıklara rağmen gülmemiz gerektiği için. Güldükçe ve seni seviyorum dedikçe zarar vermeyeceğimizi bildiğimiz için cömerttik.
İkimizin de adı Barış.
İkimizin de adı Sevgi.

Denizin Çığlığı

Kendisine iyi gelecek şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Aslında bunu çoğu kimse bilmiyordu. İyi gelen şeyin herkese iyi gelenler olduğu düşüncesiyle hareket ediliyordu. Dünya bu yüzden sığlaşmıştı.
Dünyanın sığ bir yer olduğu konusunda herkes anlaşabilirdi. Ancak kimse bu sığlığın nasıl değiştirebileceğine dair düşünce geliştiremiyordu. Parça parçaydık sanki. Dağılmış ve tükenmiştik.
Nasıl tutunabilirdik ki?
Kendimize iyi gelecek şeyi bulamazken dünyaya iyi gelen şeyin ne olduğunu bilmeye çalışmak saçmalamaktı belki de.
Deniz denemeye ve yanılmaya karar verdi. Çığlık resmini aynasına iliştirmekle başladı güne. Aynasında çukur vardı artık. İçine düşebilir ve oradan çıkamayabilirdi. Bu bir riskti ama bazı riskler alınmalıydı.
Deniz kahvaltı yapmayı sevmediği halde bu sabah portakal suyu içmeye ve sofra hazırlamaya karar verdi.
Yeni bir yıla gireli dokuz gün olmuştu. Kendisine iyi gelecek şey başkalarının onun için belirledikleri olamazdı.
Deniz aslında şu güne kadar çok çığlık yuttuğunu ve boğulduğunu anladı. Bundan sonra gelen ilk çığlıkta ambulans çağırmak ya da onu yutmak yerine ona kulak verecekti.
Her çığlık yaşama dair bir sır taşır.
Çığlık çığlığa kaçışan insanlardan olamazdı Deniz.
Çığlık atacak kadar cesur ve özgür bir kadındı Deniz.
Hesaplaşıyordu şu an kendisiyle. Hesaplaşmasından zararlı çıkacak olsa da korkmuyordu bundan.
Deniz  kendisini görmezden gelmeyecek kadar yaşama bağlıdır dedi annesi onun için.
Deniz başkalarını incitemeyecek kadar hassastır dedi kardeşi.
Deniz ise o sıralarda çığlığın peşindeydi.
Atacağı çığlıkla kadınların hayatında çığır açacağını o günlerde bilmiyordu.
Deniz çıkarlarının değil çığlığın peşinden gitti ve o günden sonra her kadın için çığlık atmak önemli bir eylem haline geldi.