31 Ağustos 2012 Cuma

Eylül Güzel Eylül


                    


Yıllar önce  içimi görmek için nice uçurumlara düşmüştüm.  Gözlerimi kapadığım her gece o uçurumlara yeniden düşme korkusu yaşamasam da bir ihtimal olarak durur gözyaşımda delilik. Kalbim yerinden çıkacak ve sessizce kendine yeni bedenler bulacak gibi geldiğinde o sadece kalp değil ki derim kendimi sakinleştirmek için.
Eylül aylarından korkarım. Bana yaşamın gizemli olduğunu fısıldar rengini değiştiren her yaprak. Gördüklerimin, aldıklarımın, sakladıklarımın dışında bilinmesi gereken ve ayrıcalıklı kişilerin bilebildiğine inandığım o alanı merak ederim. Yeni bir öykü dergisinde yazma isteğim de bu ayda pekişir.  Eylül ayında her nesne rengini değiştirir. Her canlı bir başka isim kazanır benim dünyamda.
Eylül ayında kendimi karşılamak için yola koyulurum. Nereden geldiğimi bilemeyecek kadar yorgun olan kendime çiçekler, şiir kitapları, limonlu şekerler veririm.
Okullar açılır ve ben okul bahçelerinde Ayrılık türküsünü söyleyen dokuz yaşındaki iki kız çocuğunu düşünürüm. Duygularıma güvenmeden edemediğim zaman dilimlerinde hep yaptığım gibi koşarak yakınlaşırım hayata.
Kendimize ballandırarak anlattığımız sevda masallarının bir yerinde sesimiz kısılır. İsteriz ki  bir başkası devam etsin kaldığımız yerden.  Gözyaşımız akmaya başlar. Devam eden kişinin ses tonunda bütün sevda masalları dinlenebilir.
Başımıza bir şey gelmeden delirebilmek ne güzeldir! 

24 Ağustos 2012 Cuma

Portakal


Günaydın
Aşk kanatlı
Kainat ruhlu kadın!

Günaydın
Nardan uçurum

Gün başlıyordu
Ben portakala bakıyor ve düşünüyordum


Uzun soluklu bir ot büyütüyordum

Ormanın sonbahara hazır olması
Neşemi kaçırıyordu
Bavullar hiç açılmıyordu
Bağlamımdan koparılmış
Ben
Dönüyordum

İmkansızdım
Kendi gözümde
Ölümüme yakın
Kavuşuyordum toprağa
Gözümde gözümü duymanın
Tahrik eden sevinciyle
Portakala doğruydum


23 Ağustos 2012 Perşembe

Fotoğraf ve Anlam






İnsana ve insanların duygularına açılmanın- yeni sulara yelken açmak gibi- en anlamlı eylemi olan fotoğraf çekme eylemini nasıl daha anlamlı hale getirebiliriz? Anlam nedir sorusu üzerinde düşünelim öncelikle. Bizim için anlamlı olan bir cümle başkası için anlamsız olabiliyorsa hatta bazen kendi içimizde anlamlı bulduklarımız zamanla beraber anlamsızlaşıyorsa neler oluyor anlam dünyasında? Anlamak açık olmayı gerektirir. Kendimizi anlamak söz konusu olduğunda da başkasını anlamak söz konusu olduğunda da kapımız açık olmalı… Günlük hayatta kapılarımızı kapatma gereği duymamızın sebebi bize zarar vermesi olası olaylara ya da kişilere karşı güvende olduğumuzu hissetmektir. Anlamaktan zarar gelmeyeceğini düşünebiliriz. Bu yüzden beynimizin ve ruhumuzun kapılarını açma ve anlamak istediğimiz kişiyi ya da olayı evimizde misafir etmeliyiz. Açık olmak aynı zamanda dinlemeyi başarmakla mümkündür. Anlamak istediğimizi dinleyeceğiz ve dinlerken de istediğimizi duyup istediğimizi duymamak gibi bir tutum içerisinde olmamaya özen göstereceğiz. Tam anlamıyla anlamak için beraber sustuğumuz anlar da olacak. Anlatanın anlattığını anlatıldığı haliyle – yorum katmadan- anlamamız daima zor olacak. Bu zorluğu göze alacağız. Diyelim ki kendimizi anlamakta güçlük çekiyoruz. Kendimize karşı ne kadar açık olabiliyoruz? Kendimizi dinlerken başka seslerin etkisinde çok mu kalıyoruz? Belki de kendimizin sözünü sık sık yarıda kesiyoruz. Belki de kendimiz anlamlı cümleler kurmuyoruz.

Anlama çabası değerlidir çünkü anladıklarımız hakkında daha derin düşünme imkânları doğar. Anlamadığımız bir konuda kulaktan dolma bilgilerle fikir yürütebiliriz. Anlamadığımız bir kişi hakkında önyargılarla dolarız. Fotoğraf çekerken yaşamın içindeki anları, kişileri, doğayı dondurup kaydederiz. Aslında sadece kayıt altına alarak yaşamadığımız gibi sadece kayıt altına alarak fotoğraf da çekmeyiz. Bellek kartımızda duran görüntüler bizim için anlam taşır. Fotoğrafı çekerken fotoğrafını çektiğimiz kişiye anlam yükleriz. Her insan kendi hayatı içinde başkalarına ve kendine anlam yükler. Kimi insanlar o insan için anlamsızdır. Bazı insanlar o insan için çok anlamlıdır. Fotoğrafı çeken kişi eğer fotoğrafını çektiği kişiyi hiç tanımıyorsa o insana anlam yükleyebilir mi? Biz insanlara anlam yüklerken yaptıkları işlerden, cinsiyetlerinden, yaşlarından daha çok ilişkilerimize göre davranırız.  Bir insanla ilişki kurmadan ona anlam yüklemek ona karşı önyargılı davranmaktır. Fotoğraf çeken biri hiç tanımadığı ve ilişki kurmadığı bir insanı  fotoğraf karesine yerleştirebilir ama o fotoğrafa anlam yüklemiş olur mu?

Çöpçüleri, berberleri, terzileri, balıkçıları yaptıkları işlerden dolayı fotoğraflamak isteyebiliriz. Eğer onları tanımadan, dinlemeden, onlara açılmadan hatta içimizi onlara açmadan kadraja yerleştirdiğimizde içimiz sızlar çünkü bir başka insanın içini sızlatırız. Fotoğraf çekmek önem vermek ve anlam yüklemekse bir başka insanın fotoğrafını çektiğimizde ona önem verdiğimiz hissini uyandırırız ama fotoğrafını çektikten sonra çekip gidersek o insanın içini sızlatırız… Anlamsızlaşırız!
                                                                                                       Yasemin Şenyurt
                                                                                                                 

Mavi At için





Geceleri başıma gelir
Sayıklar ve gider o tay
Belki de giden aklımdır
Uyanırım soğuğa
İşimi kaybettim
Okulumu dondurdum
Hayat aktı gitti
Bir an gözlerimi dört açmalı dedim
Saatler akmamalı dedim
Vagondaydım
Eski mi eski bir şarkıyı
duyuyordum
Çağrılmayan Yakup’u 1992’de okudum
Özendim ve öldüm aşka
Tay diyordum
Tay beyazdır
Beyaz olmalıdır
Sanıyorum maviydi aslı
Büyüyordu
İşim gücüm yaşamak
Korodaydım
Özlememeye başladım aniden geçmişimi
Korodaydım
Rakibim Türk Hava Yolları yazıyordu bir yerde
Aklıma çelenkler takılıyordu
Hay Allah diyordu Azrail
Bu tay dokuz canlı
Belki de umuttur onun asıl canı
Biz Karlı Kayın Ormanını söylerdik her şarkının içinde
İnce düşünür
Çok hastalanırdık
Üşümezdik hiç o koroda






18 Ağustos 2012 Cumartesi

Kağıttan Ruhum Yanmıyor






 Kahve mi beni içiyor?
Düşler mi beni düşlüyor?
Bilmiyorum şarkısının nakaratı gibi
Ateşinden içinden geçiyor su

Şaşkın bir kedi gibi
Evime dönüyorum
Bilmiyorum şarkısıyla
Sahteliğe inanmıyorum
Çünkü bir şeye inanırsan
O gerçekleşir

Kahve içiyorum
Bir meleğin omzundayım
Kağıttan ruhuma
İyiliğin Sonsuz Gücü hakkında yazıyorum
Ateşin içinden geçen kağıttan ruhum
Yanmıyor

Hiçbir şey yanmıyor
Çünkü ateşi yutan bir kağıttır ruhum
Bu kurallarda yazmıyor
Bu kurallarda yazmıyor
Tıpkı
Aşk

17 Ağustos 2012 Cuma

YAŞARKEN PEŞİNDE OLDUKLARIMIZ





Bizi takip ediyorlardır suçlu olduğumuz için, bizi alkışlıyorlardır ünlü bir insan olduğumuz için ya da trafik ışıkları bizim karşıdan karşıya geçmemiz için kırmızı yanmıştır mesela. Kırmızı yanmasa da arabalar bizi görünce duracaklardır. Bu düşünceler psikoz esnasında bireye sıkıntı verir. Her şeyin nedeninin biz olduğunu düşünürüz. Depremlerin, bayramların, sorunların ve mutlulukların... Hayatın içinde kendimizi önemsiz ve değersiz hissettiğimizde sarıldığımız yanlış düşünceler değil midir bunlar?
Akgün Akova, “Sen Varsın Yetiyorsun Palyaço Olmaya" şiirinde
“bir takım elbise gibi bakmama peşindeyiz dünyaya
ütülü pantolon, temiz gömlek, ceket kravat toplamı olarak yaşamama peşindeyiz” diyor. Yaşarken neyin peşindesinizsorusunu sormak ve bir an bunu derinliğine düşünmenizi istiyorum. Çünkü bu yazı yaşarken neyin peşinde olduğumuza dair bir yazı olacak.
Zar zor uyanabildi. Size şizofreni teşhisi konuldu mu? Konulduktan sonra uyudunuz mu? Uyunmaz mı? Uyunur ve yemek de yersiniz doğal olarak.
Televizyonun müzik kanalını açtı salona gidip. Hemen ardından bilgisayarını açtı. Günlerinin böyle başlamasına o kadar alışmıştı ki; mekanik hareket ediyor gibiydi. Mutfağa gidip su ısıtıcısını çalıştırdı ve kupasına sallama çayını koyup salona geçti. Dışarısı oldukça karanlıktı. Bu havada uyumaktan başka hiçbir şey yapılamazdı. İşe ve okula gidenleri düşündü. Bir kitaba başlayıp devamını getiremediğiniz oldu mu? Canı daha çok sıkıldı.
Kendisinden saklanan bir hastalığı olabileceğini düşündü. Oysa bunu düşünmek için geçerli tek bir neden bile yoktu ortada. Bu düşüncelerle bir mektup yazdı dostuna. Dostundan gelen cevapla kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı.
Aslında biraz çaba harcasa, biraz kendi dışına çıkabilse neşeli ve konuşkan olabileceğini biliyordu. Çok küçük bir çaba harcadığında çok büyük aşama kaydetmek istiyor ve hayal kırıklığına uğruyordu. Sustunuz ve susadınız yaşama. Gürül gürül akmayı denediniz…
Birhan Keskin, Gül Toplamak şiirinde “yokluğunda çınlayan boşluklardan mezunum” diyor. Siz nereden mezunsunuz sorusu da aslında yaşarken neyin peşinde olduğumuzla ilgili bir soru değil mi? Aşkın, dostluğun, barışın, sevginin, saygının olduğu bir dünya düşlüyor ve o dünyanın peşinden gidiyorsanız “bir takım elbise gibi bakmama” derdindesiniz dünyaya. Herhangi bir sağlık problemi karşısında yalnız bırakanlardan değilseniz ve anlaşılamayanı, anlatılamayanı bile anlamak için çaba gösteriyorsanız içinizdeki insana güvenin.
Ahmet Savaş, “Havva Duasız Kopardı Elmayı” şiirinde
“İçimde bir insan olsun isterim
Mutluyken mutluluğun
Mutsuzken mutsuzluğun
Ölürken ölümün
Fiyakasını bozan” diyor.
Yapmak istedikleriniz, hayal ettikleriniz ve hedefledikleriniz çok uzakta görünebilir. Onların çok uzakta görünme sebebi belki de barışmamış olmanızdır. Hayatla, kendimizle, geçmişle barıştığımızda önümüzde geniş, zengin ve derin bir alan açılır ki biz bu alana gelecek adını verebiliriz. Gelecek gelir mi gerçekten diyorsanız hayata karşı sabırlı olmanızı da öneririm. Sabırlı çalışkanlıklarla örün geleceği olmaz mı? Geleceğin adı üstündedir ve gelecektir. O gelirken siz mucizeler beklemeyin. O gelecek nasıl olsa diyerek boş vermeyin!-



 15.01.2010 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi Ankara ekinde yayınlanmıştır.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Belki Bir Öğrenci





 Yıl 2012
Vapurdayım
Ne tuhaf bir varlık oluyorum
Deniz içime kaçıyor adeta
Martıların peşine takılıp
Sarmaş dolaş oluyorum
İstanbul ile
Aklımda nice sözcük
Veda ederken kasvetli kış sabahına
Halimden anlayan olur mu telaşı
Anlarlarsa anlasınlar
Gülüşünde
Bakışında
Beni titretebilen tek insanı düşündüğümü
Anlarlarsa anlasınlar
Belki bir öğrenci anlar
Olur da anlarsa
 pekiyi açar hayat bilgisi


10 Ağustos 2012 Cuma

Renk Garı




Bakımlı bir yalnızlığım ve dağınıklığıyla çekici olan yazılarım vardı.

Otobüs duraklarında, bekleme salonlarında hafif baş ağrılarıyla Montaigne okurdum. Montaigne'i tekrar tekrar okurken ağrı şiddetlenir ve kalkar giderdim.

Kırtasiyeye gidip tükenmez kalem alır ve çantamdaki defterime notlar yazardım kafelerde.

Ne çok şey yapmak isterdim ve ne kadar azalabileceğimi düşünürdüm.

Yağmur yağarken Ankara'da kırık pencereli ve loş ışıkları olan kafede oturduğumu hayal ederdim.

Renk Garı adındaki bu kafede hiç yalnız kalmazdım.

Kafeye yaşlı bir terzi gelir ve ben onunla konuşurdum.

Yaşlı terzinin fotoğrafını çekmek istediğimde bana söylediklerini de hayal ederdim.

Gülerdim. Kendi kendime güleceğim. Kendime güleceğim. İnsanın en tuhaf hallerinde gül kokusu duyacağım.

Gül kokusunu içime çekip düşüneceğim.


9 Ağustos 2012 Perşembe

yıldızlı pekiyi




Bu sabah deniz kıyısında deniz kabuğu olmak istedim.

Kimsenin fark etmediği sıradan bir deniz kabuğunun renklerinde olmak.

Denizin üzerimden gelip geçişlerini sakin bir şekilde kabullendiğim...

İnsanların gülüşmelerine tebessüm ettiğim...

Hani insanın yalın olmak istediği zamanlar olur. Küçümsemediği ve abartmadığı zaman dilimleri olur.

Deniz kabuğu ne olmak isterdi bugün? Belki de bir balon. Sıkılmıştır kumdan, güneşten, durup durup bakmaktan, dinlemekten...Uçmak isterdi bugün.

Siz ne olmak isterdiniz bugün?

Külahta dondurma mı? Hani hep sevilen...

Bir bardak çay mı? Tiryakileri olan...

Siz ne olmak isterdiniz sorusunda yine yeniden insan olmak isterdim diyebilirsiniz.

Dinlenmek istedim bugün. Yağmur damlası kadar ferah, deniz kabuğu kadar sade ve kendim olmak isteyeceğim yarın yeniden. Belki bir çocuğu güldürebilirim. Belki yaşam gücü katarım yorgun bir hastaya. Belki de hiç açılmamış bir kitabın kapağı kadar kışkırtıcı olurum. Belki de ellerimde çiçekler kapında olurum.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

EVİMDEKİ TUHAFLIKLAR






Tuhaf şeyler oluyor bugün. Evimde tuhaf şeyler oluyor. Sürahi yerinden oynuyor. Halı uçmak istiyor. Üstelik kırk yıllık halı…Nasıl olup da uçacak? Kendini ne zannediyor? Aynanın ortasındaki  mutluyum yazan kağıt düştü düşecek gibi duruyor. Duyduk duymadık demeyin diye bağırıyor tüm bardaklar. Kime şikayet ediyorlar? Karga burunlu Mik adlı oyuncağım beni gıdıklamaya başladı. Gülsem mi ağlasam mı bilemediğim bir ruh haline doğru ilerliyorum.
Her şey beni içine çekiyordu. İçine çekilme durumuna karşı koyma arzusu mu? Her şey haddini aşıyor ve beni sarsıyor. Yazarak durdurabileceğimi sanıyor ve yazmayı deniyorum.  Bir karıncanın bütün dengemi bozuyor olduğuna inanmak istemiyorum. Evimdeki her şey karınca küçüklüğünde fakat fil gücündeymiş gibi hareket ediyorlar. Dengemi bozamayacaklarını biliyorum. Çorap söküğü gibi çözülecek bu karışıklık.
Mik adlı oyuncağımı yanıma alıp sokaklarda yürümek istiyorum.  Evdekiler kendilerine gelene kadar bu yürüyüş bize iyi gelecek.  Tuhaf şeylere katlanamıyorum. Gözyaşı tozu yutmuş gibi ağlıyorum. Gözyaşı tozu diye bir şey yok diyecek gibi olan Mik’e “sen eksiktin  Mik” diyorum. Aldırmıyor Mik. Huysuzluğuma aldırmayan bir oyuncağım var.
Başka kimim var benim? Dört yaşında kocaman bir salonda gülmekten boğulmak üzereyken kurtulduğumu uyduruyor hafızam.  Hafızamın uydurduklarını yazsam roman olurdu. Tuhaf şeylere karşı alerjim yoktu eskiden.
Mik’i gıdıklamaya başlıyorum ve haydi gül diye bağırıyorum. Havada uçan balığın pencereye dayanmış burnunu görünce korkuyorum. Pencereyi açacak gibi olduğumda balık kaçıyor. Balığı korkutmuş olmaktan utanç duymuyorum. Balığın nereye saklandığını merak ediyor ve pencereden düşüyorum.
Mik intihara eğilimli bir insan olduğumu bildiği halde ilgilenmiyor. Pencereden düşerken aklımı kurcalayan şeyler, eşyalar, Mik ve balık unutuluyor. Unutuyorum onları. Çimenlerin üstünde ve bir karganın yanındayım. Kargadan korkuyorum. Sadece bu korkuyu duyarak koşmaya başlıyorum. Adını bilmediğim bir ağacın arkasına saklanıyorum. Karganın peşimde olduğuna inanıyorum.
Hem evimin hem de karganın bugün bana düşmanmışım gibi davrandığı gerçeğiyle Mik’i de hatırlıyorum.  Kusmak ve yüzümü yıkamak istiyorum. Midem bulanıyor. Mik benim oyuncağım değil diyorum. O bir düşman diye tekrar ediyorum. 
Neden bir düşmanım olsun ki? Derli toplu evime dönebilir ve harıl harıl yazabilirim. Mik altı üstü bir oyuncak. Oyuncaklar bizim düşündüğümüzden daha güçsüzlerdir. 
Eve dönüyorum. Mik uyukluyor.  Uçmak isteyen halıya bakıyorum. Sanki hiç öyle bir şey söylememiş. Sanki bütün olanları ben uydurmuşum.
Evde tuhaf şeyler olduğunu uydurma gereksinimini neden duymuş olduğumu bilmiyorum. Kimim var bilmiyorum. Nefes aldığımı ve bir zamanlar çok sevildiğimi biliyorum.
Uydurmadığım tek gerçeğin bunlar olduğunu bilerek uyuyacağım.  Belki uyandığımda pencereye burnunu dayayan balığı korkutmadan, kargadan kaçmadan ve Mikle barışarak yaşamımı sürdürmeye karar veririm.