30 Eylül 2012 Pazar

Hastane Odasında



Soyulmuş bir elma durur
Acıkmış adamın ellerinde
Dili kamaştıkça adamın
Duyulur şarkısı elmanın

Dili hayata dönmeyen suskun kadın
Uzanır yatağa
Yatağında kitaplar
Duyar büsbütün kadın
Duyar uykunun çaresizliğini

Diyelim ki hastane odası
Başucunda bir sürahi
Renkli ilaçlar
Duymamak mümkün değil
Başkalarının hayata karışan adımlarını

Bir an önce iyileşme beklentisi
Kimselerin bilmediği yedi sır
Ziyaretçi saatlerinde kimsesizlik
Çıksam buradan
Değerli olanı buldum artık duygusu

Yemyeşil gözlerinde yıllardır saklanan yaş
Hayat
İşte hayat

23 Eylül 2012 Pazar

Sorumlu




ben
Yeryüzündeki tüm kederin sorumlusu

Gözlerim acıdan kör
Bilincim yara bere içinde

İnsanlığa ve dünyaya
Katılırsan akıllı oluyorsun
Ne hikmet!

Katılmazsan
Delinin tekisin
Ne çaresizlik!

Her kara haber acıyla çarparken
Her acıda biraz daha akıllı olmaya çalışmak
Bırakmamak kalbini
Teslim olmamak

Teslim olacaksan
Mevsimlere, aşka, bestelere, şiirlere teslim olacaksın
Teğet geçmeyecek sana
Çocukların bakışları
Böyle sevgili arkadaşım
Ciğerlerin dolmalı yaşamakla

Böyle sevgili arkadaşım
Acıdan kapanmamalı gözlerin

Böyle sevgilim böyle
Ömrünü harcasan bile
Bir ömür daha dileyeceksin
Delirerek yaşamak için

Pazar Öğütleri

http://www.youtube.com/watch?v=c9KHo9z86rA

İçine kaçan küçük mutlulukları dışarı üfle...

İçi dışı bir insan olmanın zorluklarına katlan ve zamana güven. 

İç seslerin birbirine karıştığında derin nefes al ve sessiz ol. 



***

Bu pazar kendime verdiğim öğütleri sizlerle paylaşmak istedim. Telaşlı telaşlı yaşarken nerede ne ile karşılaşacağımızı bildiğimizi zannetsek de yanılgılarımız ve şaşkınlıklarımız oluyorsa bu güzeldir...

Her şeyden emin ve her şeyi bilen insanlardan olmak istemezdim. İçimde şüphe de tedirginlik de kaygı da var...Yanıldığımda ve şaşırdığımda kafamı duvarlara vurmuyorum. Gülümsüyorum. 

İyi ki şaşırtıyorsun ve iyi ki yanıltıyorsun hayat.

16 Eylül 2012 Pazar

Mektup

Murathan Mungan'ın Yalnız Bir Opera şiirini anımsadım uyanır uyanmaz.

Ne güzel ve ne kadar anlamlı bir ayrılık şiiridir.

Şiirin içinde kendi hisleriniz doğar, büyür, anlar ve ölür.

Ezginin Günlüğü dinlenir o zaman.

 "Her aşk kendini yaşar
Çaldığın kapı kapanır sonunda
İçinde bir sen bulursun büyümüş, anlamış, yorgun"

***

Eylül ayında bir Pazartesi sabahıdır yaşanan. Otuz iki yılı geride bırakıp yeni bir sayfa açarken ve geleceğe umutla, aşkla bakarken içindeki haylaz, içindeki muzip ve içindeki şımarık sana henüz yaşamadıklarının güzelliğinden bahsederler.

Söz konusu olan umut değildir sadece. Deneyimdir, düşüncelilik ve duyarlılıktır. Yaptığın hataları tekrar etmeme çabandır. Yapacağın hatalarda da  kendini bağışlayabilmendir.
***

Güzün güzelliğiyle dönen başımı ağrıtabilirsin hayat !

İstediğin kadar yor.
İstediğin kadar üz.
İstediğin kadar kır.

Sana asılmaya devam edeceğim sevgili hayat...İstersen asılmak eylemini çapkınlık olarak algıla istersen dört elle sarılmak olarak algıla!



9 Eylül 2012 Pazar

Mucizevi



Güneştendi ellerim
Şekil verdiğim bulutlar gülüyordu durmaksızın
Öğleden sonraları gittiğim kahvede
Uysal Salı günleri
Çay ve şeker gibi yakışırdı hayatın hızına
Pijamalarımla dolaştığım rüyalar gibi
Atlı karıncadan düştüğüm çocukluk gibi
Bir şey oldu bu Eylül
Mucizevi

Kalbimden şarkı kutusu yapacaktım ki
Karşıma çıktı

Gözlerimle ağaçları boyayacaktım ki
Karşıma çıktı

Kendimi  aşktan ve yalnızlıktan yapılmış sanıyordum ki
Karşıma çıktı

Gözlerimde cesur gülümseyişiyle duruyor şimdi
Kalbim mucizesini buldu

6 Eylül 2012 Perşembe

Gökyüzüne Doğru


Fotoğrafını çekebileceği binlerce nesne ve milyarlarca olay içinde neden o bavulu seçmişti? Gökyüzüne doğru yürüyen ağacın köklerindeki sarı eski bavula nasıl olup da gözü ilişmişti? Fotoğraf makinesiyle beraber gezmeye çıkmıştı o gün de. İşsiz güçsüz olunca zamanla ilgili pek derdi kalmıyordu insanın. Zamanla ilgili derdi kalmayınca da gündüzler ve geceler benimseyebildiği kadar kendisine ait oluyordu. Sokaklar, çeşmeler, okullar, köprüler ve batan güneş ona kendini açıyor ve o da onlarla fotoğraf makinesi aracılığıyla konuşabiliyordu.



O gün de gökyüzüne doğru yürüyen ağaca hayretle bakıyordu. Hayatında ağaç ve yaprak nedir bilmemiş biri bile onun kadar incelemezdi ağacı. Onun kadar hayretle dokunmazdı. Hayata ve hayattaki her olaya hayretle dokunabilmek için çaba göstermiyordu. Başka türlü yapmak elinden ve içinden gelmediği için hayretler içinde kalıyordu. Sakar, beceriksiz, dikkatsiz demelerine aldırmıyordu. Onun dikkat ettikleri diğerlerini ilgilendirmezdi. Diğerlerinin dikkat ettiklerine de o aldırış etmiyordu. Sorunu çözmüş müydü bilinmez ama bazı çözümlerin insana ölüm kadar soğuk geldiğini ve insanı ölüm kadar kaskatı kestiğini biliyordu. 

Çakıl taşları, denizyıldızları, kırmızı yapraklarla dolu bir iç dünyası vardı. Dışarıda özellikle kırmızı yaprak gördüğünde onu eline alır, koklar, dakikalarca seyreder ve ona içindeki kırmızı yapraklardan birini anlatırdı. Kırmızı yaprakların ona göre insanlardan çok daha derin iç dünyaları vardı.

Sonbahardı. Başka bir şehre gitmek aklının ucundan geçmiyordu. Gidenlerin ardından el sallamış ve bu şehre ait olduğunu çoktan anlamıştı.  Bu şehre aitti. Bu şehirde işsizdi, güçsüzdü ve belki de kimsesizdi. Yine de  - büyük konuşmayı sevmediği halde- bu şehirden ve anılardan onu koparmak isteyenlere karşı nasıl güçleneceğini biliyordu.

Gitmek fikri aklında olmayan bir insan için boş ve eski ve sarı bir bavul nasıl olur da fotoğraf konusu olur? Hep gittiği için belki de. Hep uzaklaşanlara doğru yaklaştığı ve o yaklaştıkça onlar daha çok uzaklaştığı için…

“İki kapılı bir handa/ Gidiyorum gündüz gece” 

Yaşamın merkezinde ölüm mü var? Yaşama yakınlaştıkça insan ölümü hissediyor. Kalmak için direndikçe bavullarla karşılaşıyor. Eninde sonunda bir gün boş bir bavulla ayrılacağız buradan ya da oradan…

Orası derken ne demek istedin diyor bir okur. Başka bir okur bedenimiz boş, eski ve sarı bir bavul mudur diyor? Bazı çözümler ölüm gibi. Sorularla kalabilsek...  Bir şehre kök saldığımızda dallarımızın gökyüzüne yolculuğunu unutmasak…