23 Ağustos 2016 Salı

Hayat Teyze



Akgün Akova’nın şiir kitabını okurken kalbim dediğim yer düğüm olup çıkmıştı. Gözlerim cehennem, kollarım ve ayaklarım uyuşmuş, içim üşümüş bir biçimde kahve hazırladım kendime. Resim yapmak için sabırsızlandığım günler geride kalmıştı. Fotoğraf makinesini bir çekmecede unuttuğumdan beri sigara üstüne sigara içiyor ve karanlık mı karanlık rüyalar görüyordum. Işığa ihtiyacım olduğunu anlamak ağır geliyordu…

Bariz bir biçimde yaşadığımı hissetmek istemiyordum. Açılmayan telefonlar, unutulmuş fotoğraflar, ertelenen telefon görüşmeleri sonunda yapayalnız kalmıştım. Akgün Akova’nın şiir kitabını alalı yıllar olmuştu, kitaplığıma koymuştum ve bir gece onu elime aldım. “Yalnızca Kanatlarına Güven” şiiri ile bir yaralı melekle gözümün yaşına bakmadan konuşmaya başladım.
O yaralı meleğe yaşadıklarımı kronolojik olarak anlatmak istemedim. Ağzı var dili yok gibiydi meleğin. Çenesinin düşmesine sebep olan benim. O kadar yalnızdım ki o yaralı meleğin yarasına bakmaktan kaçınıyordum. Ancak mürekkep yalamışların anlayabileceği varoluş çaresizliği içinde o yaranın benimle konuşursa daha kötüleşeceğini düşündüm.

Kıyamet gibi duran defterler, kitaplar ortasında kendimi harabe gibi hissederek yaşamaya alışmıştım… Evin duvarlarındaki Çığlık resminin içinden geliyordu yanıma yaralı melek. Önceleri ona ne sigara uzatıyordum ne de halini soruyordum.
Kızgınlığının içindeki meraklı bakışları beni uysallaştırdı günden güne. İki ya da üç gün gelmezse dert ediyordum kendime. Bir kedi penceremi yurt bildi o günlerde. İki ya da üç defa onu uzaklaştırmak istedim. Onu uzaklaştırmak için türlü yollar denedim.  Adı yoktu ve çok zayıftı. Yaralı melekle onun hakkında konuşmak için can atarken kediye mama almak için çok sıcak bir Salı günü dışarı çıktım. Attığım adımlar, tuhaf bakışlarım ve üstümdeki fosforlu yeşil tişört, dağınık saçlarımla markete gidene kadar içimden bunun doğru bir adım olup olmadığını tarttım ve oraya gidince orta yere çöküp ağlamak istedim. Bir kadının içinden şarkı mırıldandığını ve genç bir adamın da içinden tartıştığını duyabiliyordum. Böyle olmasına imkan yoktu, kimse hem de hiç kimse iç sesleri duyamaz diyordum. Yaralı melek beni burada da takip ediyor mu diye düşünce akışımı başka yöne çevirsem de başarılı olamadım.
İç sesleri duyabiliyor olmak kafamın içini gürültülü bir yer yapmıştı. Halbuki benim gürültüm yeter de artardı bir ömür bana. Kafamı reyonun sivri köşesine çarpmasam niye orada olduğumu unutabilirdim. Unutmadım…Mamayı alıp kasaya yönelmek için hızlı hızlı ilerledim. Mama ellerimin arasında o kadar ağırlaştı ki…Kasiyer kadın “başka bir şey var mı?” diye sorduğunda yok demek istedim ama sadece başımı salladım. Hayır anlamında salladığım başım, yere basmakla basmamak arasında kararsız kalan ayaklarım kadardım, fazla değil. Yüksek sesle fazla değil demiş olmalıyım ki kasiyer kadın “bir şey mi dediniz” dedi. “Yine bir Gülnihal” dedim. Çattık ki ne çattık bakışlarını üzerimde hissetmemle teşekkür etmem bir oldu. Poşetteki mamaya baktıkça içimdeki saydam cisimler bir bir kırılıyor ve çıkan sesleri bastırmak için “aldı bu gönlümü” diye şarkıya devam ediyordum.
Dışarıda akıllı insanların koşuşturduğunu bilmek bir zamanlar tuhaf bir güvenlik hissi yaratırdı ve ben de dışarı çıkıp o güvenli ortamda soluk almaya çalışırdım. Şimdiki kadar olmasa da o zamanlarda da zorlanırdım.  Sıcak bir Salı gününde kendimi nereye doğru sürüklediğimi bile bile gülümsüyordum.

Yasemin Şenyurt

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder