Akgün Akova’nın şiir kitabını okurken kalbim dediğim
yer düğüm olup çıkmıştı. Gözlerim cehennem, kollarım ve ayaklarım uyuşmuş, içim
üşümüş bir biçimde kahve hazırladım kendime. Resim yapmak için sabırsızlandığım
günler geride kalmıştı. Fotoğraf makinesini bir çekmecede unuttuğumdan beri
sigara üstüne sigara içiyor ve karanlık mı karanlık rüyalar görüyordum. Işığa
ihtiyacım olduğunu anlamak ağır geliyordu…
Bariz bir biçimde yaşadığımı hissetmek istemiyordum.
Açılmayan telefonlar, unutulmuş fotoğraflar, ertelenen telefon görüşmeleri
sonunda yapayalnız kalmıştım. Akgün Akova’nın şiir kitabını alalı yıllar
olmuştu, kitaplığıma koymuştum ve bir gece onu elime aldım. “Yalnızca
Kanatlarına Güven” şiiri ile bir yaralı melekle gözümün yaşına bakmadan konuşmaya
başladım.
O yaralı meleğe yaşadıklarımı kronolojik olarak
anlatmak istemedim. Ağzı var dili yok gibiydi meleğin. Çenesinin düşmesine
sebep olan benim. O kadar yalnızdım ki o yaralı meleğin yarasına bakmaktan
kaçınıyordum. Ancak mürekkep yalamışların anlayabileceği varoluş çaresizliği
içinde o yaranın benimle konuşursa daha kötüleşeceğini düşündüm.
Kıyamet gibi duran defterler, kitaplar ortasında
kendimi harabe gibi hissederek yaşamaya alışmıştım… Evin duvarlarındaki Çığlık
resminin içinden geliyordu yanıma yaralı melek. Önceleri ona ne sigara
uzatıyordum ne de halini soruyordum.
Kızgınlığının içindeki meraklı bakışları beni
uysallaştırdı günden güne. İki ya da üç gün gelmezse dert ediyordum kendime.
Bir kedi penceremi yurt bildi o günlerde. İki ya da üç defa onu uzaklaştırmak
istedim. Onu uzaklaştırmak için türlü yollar denedim. Adı yoktu ve çok zayıftı. Yaralı melekle onun
hakkında konuşmak için can atarken kediye mama almak için çok sıcak bir Salı
günü dışarı çıktım. Attığım adımlar, tuhaf bakışlarım ve üstümdeki fosforlu
yeşil tişört, dağınık saçlarımla markete gidene kadar içimden bunun doğru bir
adım olup olmadığını tarttım ve oraya gidince orta yere çöküp ağlamak istedim.
Bir kadının içinden şarkı mırıldandığını ve genç bir adamın da içinden tartıştığını
duyabiliyordum. Böyle olmasına imkan yoktu, kimse hem de hiç kimse iç sesleri
duyamaz diyordum. Yaralı melek beni burada da takip ediyor mu diye düşünce
akışımı başka yöne çevirsem de başarılı olamadım.
İç sesleri duyabiliyor olmak kafamın içini gürültülü
bir yer yapmıştı. Halbuki benim gürültüm yeter de artardı bir ömür bana. Kafamı
reyonun sivri köşesine çarpmasam niye orada olduğumu unutabilirdim. Unutmadım…Mamayı
alıp kasaya yönelmek için hızlı hızlı ilerledim. Mama ellerimin arasında o kadar
ağırlaştı ki…Kasiyer kadın “başka bir şey var mı?” diye sorduğunda yok demek
istedim ama sadece başımı salladım. Hayır anlamında salladığım başım, yere
basmakla basmamak arasında kararsız kalan ayaklarım kadardım, fazla değil.
Yüksek sesle fazla değil demiş olmalıyım ki kasiyer kadın “bir şey mi dediniz”
dedi. “Yine bir Gülnihal” dedim. Çattık ki ne çattık bakışlarını üzerimde
hissetmemle teşekkür etmem bir oldu. Poşetteki mamaya baktıkça içimdeki saydam
cisimler bir bir kırılıyor ve çıkan sesleri bastırmak için “aldı bu gönlümü”
diye şarkıya devam ediyordum.
Dışarıda akıllı insanların koşuşturduğunu bilmek bir
zamanlar tuhaf bir güvenlik hissi yaratırdı ve ben de dışarı çıkıp o güvenli
ortamda soluk almaya çalışırdım. Şimdiki kadar olmasa da o zamanlarda da
zorlanırdım. Sıcak bir Salı gününde
kendimi nereye doğru sürüklediğimi bile bile gülümsüyordum.
Yasemin Şenyurt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder